
Geçtiğimiz ay İstanbul Kültür ve Turizm İl Müdürü Doç.Dr. Ahmet Bilgili’nin başlattığı “Mimarlığın” devlet katında hangi makamca sahiplenilmesi konusundaki tartışma, belki de Türkiye’deki mimarlık ortamı için son 50 yılda tartışılan pek çok konudan daha önemli sonuçlar doğurabilir. Her ne kadar Bayındırlık Bakanlığı, Türkiye’deki imar faaliyetlerini düzenliyor görünse de “Mimarlık” ağır basan kültür kefesi ile Bayındırlık Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı arasında sıkışmış ancak hiç bir zaman sahiplenilmemiş bir alan.
Hemen herkesin bildiği gibi 1954 yılında kurulan Türkiye Mimarlar Odası neredeyse 50 yıldır mimarlık ortamını resmi olarak temsil eden tek kurum. Bu özelliği nedeni ile özellikle basının mimarlık ve şehircilik ile ilgili hemen her konuda ilk görüş aldığı Mimarlar Odası aslında bir “meslek odası”. Öncelikli sorumlulukları ve görevleri mimarlık mesleğini icra edenlerin mesleki ihtiyaçlarını karşılamak, mesleğin profesyonel olarak gelişimine katkıda bulunmak, mimarlık mesleğinin ve mimarların çıkarlarını korumak, mesleğin icrası ile ilgili yasal düzenlemelerde görüş bildirmek şeklinde özetleniyor. Mimarlar Odası bugüne dek sürdürdüğü çalışmalarında, her ne kadar mimarların büyük kesimince eleştirilse de, iyi kötü bu sorumluluklarını yerine getirmeye çalıştı. Ancak sorun şu ki, başka herhangi bir kamu kurumu, özel girişim veya sivil insiyatif, bugüne dek mimarlık kültürünün gelişimi için bir çalışma yapmadığı için mimarlık kültürünün gelişmesinin sorumluluğu da, çoğu zaman mimarların kendisi tarafından Mimarlar Odası’na yüklendi.
Oysa mimarların kendi odalarından öncelikli beklentileri kendi mesleklerini daha kolay icra etmelerini sağlayacak düzenlemelerin yapılması, mimarlık mesleğinin toplumdaki güveninin tekrar kazandırılması, meslek içi etik düzenlemelerin yapılması, meslek içi sürekli eğitim ve sürekli denetim mekanizmalarının kurulması, mimarların haklarını koruyucu sigorta sistemlerinin geliştirilmesi, toplumda yanlış oluşmuş mühendis-mimar iktidarı ayrımının ortadan kaldırılması, müteahitlerin elinde olan yapı üretim sürecinin başına mimarların getirilmesini sağlayacak yasal düzenlemelerin çıkartılması gibi bir dolu beklenti olmalıydı. Çünkü, başka hiç bir sivil girişimin veya kurumun elinde olmayan yasal bir dayanağa sahip olan Mimarlar Odası’ndan öncelikle beklenenler bu tip mekanizmaların kurulmasıdır. Ancak bunları gerçekleştirmeye çalışırken bir yandan da sergiler açmaya çalışan, ödüller veren, konferanslar düzenleyen, fotoğraf yarışmaları yapan, malzeme katalogları çıkartan, fuarlar düzenleyen, muhalefet eden ve eylem yapan Mimarlar Odası, ne yazık ki herşeyi yapmaya çalışarak hiçbir şeyi tam yapamayan ve elindeki yasal kuvveti de yerinde kullanamayan bir meslek odası kimliğine büründü. Bugün mesleğini icra eden mimarların büyük çoğunluğu, aidat yatırmak ve büro tescil belgesi almak gibi zorunlu maddi işlemler dışında kırtasiye ofisine dönüşmüş odaları ile ilişki kurmuyorlar. Pek çoğunun, mesleğin gelişimi için yeterli ve gerekli adımları odalarının atmadığını düşünmeleri, en önemlisi Mimarlar Odası’nın kendilerini temsil etmediği görüşünde olmaları, Mimarlar Odası’nın enerji ve zamanı yanlış kullanmasının, hedeflerini yanlış belirlemesinin bir sebebidir.
Bu aşamada mimarlık kültürünün gelişimi ile mimarlık mesleğinin gelişimini birbirinden ayırmak ve her ikisinin temsiliyet mekanizmalarını birbirleri ile uyumlu ama bağımsız çalışabilecek şekle getirmek en sağlıklı çözüm olarak görünmektedir. Türkiye’deki mimarlık kültürünün gelişimi ise hiç bir zaman tek bir kurumun güdümünde olamayacak kadar kapsamlı bir proje. Bu açıdan bakıldığında, Ahmet Bilgili’nin önerisini desteklemeyen mimar Mehmet Konuralp ve mimar Cengiz Bektaş’ın itirazları haklılık kazanmaktadır. Mimarlık kültürü, bu amaçla kurulmuş serbest mimarlık merkezleri, sivil toplum kuruluşları, dernekler, kamu ve özel vakıf üniversiteleri ve hatta mesleki dergiler tarafından zenginleştirilmesi gereken bir kültürdür. Öte yandan, operanın, tiyatronun, halk sanatlarının, sinemanın temsil edildiği Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda mimarlığın muhatabının olmaması ise acilen giderilmesi gereken anormal bir boşluktur.
Türkiye’nin bugün belirlenmiş bir mimarlık politikası olmaması, mimarlıkla ilgili tüm kurumları ve üretimi etkilemektedir. Bilindiği gibi inşaat sektörü ülke ekonomisinde neredeyse %10’luk bir paya sahiptir ve pek çok alt sektör de inşaat sektörüne bağımlıdır. Bayındırlık faaliyetlerinin bu kadar coşkunlukla kimi zaman da vahşice yapıldığı ülkemizde hala arzulanan nitelikli fiziksel çevrelere ve mekanlara kavuşamamız ise esas sorgulanması gereken noktadır. Bugün hala en büyük kentlerimizin en mutena semtlerinde on metre bile olsa düzgün bir kaldırımda yürüyemiyor isek, oturduğumuz apartman dairelerine sığamayıp hala balkonlarımızı kapatmak zorunda kalıyorsak, apartman olarak inşaatına başlanıp hastaneye dönüştürülen yapılarda doğup ölüyorsak, hala 150 metre ara ile oransızca yapılmış minareleri ve kubbeleri olan Mimar Sinan kopyası uyduruk camilerde ibadet ediyorsak ve en önemlisi bunları tekrar tekrar yıkıp daha kötülerini yeniden yapıyorsak Türkiye’nin artık bir mimarlık politikası olması gerekmez mi?
Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu üyesi Fatih Söyler’in de belirttiği gibi Malezya’nın bile uzun vadeli yazılı bir mimarlık politikası vardır ve hükümetleri bayındırlık faaliyetlerini, mimarlık kültürünün gelişimi için gerekli etkinlikleri bu politikayı esas alarak belirlerler. Mimarlığı, ulusal kültürün en önemli kollarından biri haline getirmeyi hedefleyerek yaklaşık 20 yılda bunu hızla başaran Hollanda’nın bugün geldiği nokta ibretliktir. Bugün “Çağdaş Mimarlık” dendiğinde ilk akla gelen iki ülkeden birinin Hollanda olması (bu ülkeyi örnek alan İspanya ise ikincisidir) ve ulusal mimarlık politikası sayesinde kısa sürelerde yaşanabilir çağdaş kentleri inşa etmesi, dünyaca ünlü onlarca mimarı yetiştirmiş olması, mimarlık ve tasarım kültürünü ihraç edilebilecek bir şekilde pazarlayabilen ve mimarlığı için ziyaret edilen bir ülke haline gelmesi, Türkiye’nin rol modeli olmalıdır.
Elbette ki yazılı bir mimarlık politikası ile kentlerimizin kısa sürede güllük gülistanlık olacağını beklemek hayaldir. Ancak en azından uzun vadede rotayı belirlemek adına Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda “Çağdaş Mimarlık Genel Müdürlüğü”nün kurulması, bu yolun başlangıcı olabilir. Buradaki tehlike ise siyasetin dalgalı seyrine maruz kalmayacak bağımsız bir kadronun kurulma ihtimalinin zayıflığıdır. Öyle ki, bu birim içinde kimi zaman tarihi mimarlığı ve kültürümüzü korumak adına benzerlerini inşa etmek, kopya ve şekilci mimarlığa prim vermek, beceriksizce kurgulanmış korkutucu bir ulusal mimarlık politikası haline gelebilir (Çoğu kez Anıtlar Kurulları ile yaşadığımız gibi). Bu nedenle, kurulacak müdürlüğün her şekilde şu anda aktif olarak mimarlık kültürünün gelişimi için çalışan serbest mimarlık merkezi yöneticilerinden, sivil toplum kuruluşlarından, kamu ve özel üniversitelerin dekanlarından, mimarlar odasından ve meşruiyetini kanıtlamış bağımsız eleştirmenlerden “sürekli” danışmanlık almayı kabullenmesi gerekir. Son günlerde yaşanan Devlet Tiyatroları krizi veya AKM binasının yıkılmasına dair haberler de devletin kültürle olan ilişkisini sorgulamamıza neden oldu. Bu nedenle düşünce üretip uygulayan bir birim yerine düşüncelerin üretilmesine platform açan özerk bir birim belki de en iyi işleyecek model olacaktır. Öyle ki bağımsız kurumları desteklemek kurulacak bu birimin temel görevlerinden biri olmalıdır.
Ulusal mimarlık politikasının belirlenmesini siyasetten bağımsız düşünmek ütopyadır. Ancak mimarlığın devlet katındaki temsiliyetini kısa vadeli politikalardan ve çıkarcı siyaset hesaplarından uzak tutmak da sivil toplum kuruluşlarının ve serbest mimarlık merkezlerinin uyarıları ile olacaktır. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın aradaki bu gerilimin varlığını inkar etmeden, hatta sağlıklı kararları doğuracağını bilerek bu gerilimi akıllıca kullanabilecek, mimarlık ile ilgili birimi, Türkiye’nin mimarlık ortamı için yeni açılımlar sağlayacaktır.
* Bu yazı 16.9.2005’de Arkitera.com’da yayınlanmıştır.