
santralistanbul’u ilk kez İstanbul Mimarlık Bienali’ne İstanbul’da uygun bir yer ararken Eylem Ertürk ile birlikte ziyaret etmiştik. O zamanlar sadece Santral diye anılıyordu ve tam anlamı ile şantiye bile sayılamayacak bir safhadaydı. Ayağımızda büyük sarı çizmeler ve başımızda baretlerle proje yöneticisi Akın Barlas ile girebildiğimiz tüm büyük hacimlere girip çıkmıştık. Güvercin pisliklerinden ve yılların birikimi olan çamur ve pastan içerideki makineler zar zor görünüyordu. Bu makinelere birer çatı olması için yapılan iddiasız, ancak iddiasız olduğu kadar da etkileyici bu terk edilmiş mekanlara, yılların ihmalkarlığı ile neredeyse elle tutulacak kadar somut bir hüzün sinmişti. Sadece makine ve kazan binaları değil, 120 dönümlük arazinin tümüne sinmiş bir histi bu. Kömürden kararmış, çamurlaşmış zeminde sarmaşıklarla dolanmış, ıslah edilmemiş ağaçların arasında gelişigüzel dağıtılmış gibi görünen, işçi lojman binaları ve ufak tefek bir iki atölye binası da, bu biraz karamsar biraz da melankolik havayı pekiştiriyordu.
.
Hüzün, melankoli… Bunlar kömürün suyu ısıtıp elektriğe dönüştürdüğü salt endüstriyel amaçlarla inşa edilmiş bir tesis için pek ilgisiz tanımlamalar belki. Makinelerin egemenliği ile tasarlanmış bir yapıda bu insani hisleri çağrıştıran nedir? Olan bitenin pası, patinası deseniz, burada yaşayan-çalışan insanlara dair çok fazla bir iz de görülmüyordu etrafta. Elbette ki makineleri idare eden işçilerin lojmanları, yönetim binası, santralin üretiminin takip edildiği kumanda odası, hatta kazan dairesinde işçilerin sıcak alevlerden korundukları sacdan yapılmış kalkanlar; tüm bunların hepsi insan ölçeğindeki izlerdi. Ancak tüm arazide çok daha başka bir yalıtılmışlık ve insan ölçeği ile ilişkilendirilemeyecek bir tinsel atmosfer vardı. İstanbul’un neredeyse coğrafi merkezinde yer alıp yıllarca bu kenti aydınlatması için çalıştırılmış, sonra terk edilmiş bu kocaman fabrika, ziyaretçilerine vefasızlığın yarattığı bir suçluluk duygusu ile bu hüznü yaşatıyordu belki.


Bu ziyaretten birkaç ay sonra Londra’daki Tate Modern’i gezme fırsatı elde ettim. Her yeni şehirde olduğu gibi Londra’yı da yürüyerek keşfediyordum ve Thames Nehri kenarından South Bank Center’dan başlayarak Tate Modern’e doğru yürüdüm. Özenle tasarlandığı çok belli olan bir peyzaj düzenlemesine geldiğimde, sık dizilmiş bodur ağaçların arkasında, endüstri katedralinden bir sanat katedraline dönüştürülmüş olan Tate Modern’in devasa cephesi ile karşılaştım. Sağır cephenin tam ortasındaki ihtişamlı bacanın yanından, nehir tarafındaki girişten kalabalık kuyruğa dahil oldum. Bir esere başkasının omuzu üzerinden bakmaktan ve sayısız kuyruktan kaçınarak ve dolayısıyla sergilenen pek çok şeyi de kaçırarak, tüm binayı baştan aşağı dolaşmam bile iki saatimi aldı. Çıktığımda biraz dinlenmek için kendimi Tate Modern’in önündeki banklara atıp arkamda kalan bu devasa endüstriyel yapının bugün geldiği noktayı düşündüm. Herzog & de Meuron her ne kadar en takdir ettiğim çağdaş mimarlardan olsa da, Tate Modern’de bazı iplerin ucu kaçmış gibiydi. Fazlasıyla pürüzsüz, kimi yerlerde parlak (cam duvarlarla kaplı yürüyen merdivenler örneğin) neredeyse eski olan her şeyin üstünün örtüldüğü bir tutum takınmışlardı içeride. Öyle ki, buranın eskiden buhar, kurum, pas, kömür, ter gibi biraz kirli ve zor koşullara sahip bir elektrik santrali olduğunu anlamanız için hayal gücünüzü zorlamanız gerekiyordu. Sirkülasyon ise başlı başına bir bulmaca idi. Yine de sanatı böyle bir ortamda izlemek alışılmadık ve etkileyici bir deneyimdi. (Bu arada santralistanbul hep Tate Modern ile karşılaştırılıp benzerlikleri vurgulansa da, aralarında önemli farklılıkları olduğunu belirtmek gerekir. Tate Modern sabit bir koleksiyona sahip bir çağdaş sanatlar müzesi. Oysa santralistanbul’un çekirdeğini oluşturan Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin böyle bir iddiası yok şimdilik. Olabildiğince nötr tutulan mekanlar, her türlü sanat etkinliğine ev sahipliği yapabilecek şekilde esnek bırakılmış ve yönetim anlayışı da bu şekilde kurgulanmış. Bu açılardan bakıldığında santralistanbul Tate Modern’den çok İngiltere’nin kuzeyinde yine eski bir endüstri yapısının içine yerleşmiş olan Baltic Art Center’la çok daha fazla benzeşiyor.)


Tate Modern’e ziyaretimden yaklaşık bir sene sonra biraz eksiklikleri olsa da santralistanbul açıldı. Gece yapılan açılışta mekanlara dair bir ipucu elde edilemese de, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin büyük kütlesi ve içindeki ışık oyunları yeterince merak uyandırıyordu. Her açılışta olduğu gibi burada da ne sergilenen eserler ne de mekanla yeterince ilgilenmek mümkün değildi. Merakımı daha sakin bir güne sakladım. Bir sonraki ziyaretim güneşli bir sonbahar günü akşamüstü civarındaydı.
Geniş ve rahat otoparktan ağaçların ve ufak atölye binalarının arasından görünen gri renkli büyük binaya doğru ilerledim. Rastgele dağılmış gibi duran nispeten ufak ilk atölye binasının yanından geçip bir kafeye dönüştürülen ikinci atölye binasına ilerledim. Maksadım hiçbir binaya girmeden tüm araziyi dolaşmaktı. Peyzaj çalışmaları henüz tamamlanmıştı. Batı güneşinin yatay ışıkları ile yeşil çimler ve bakımları yapılmış ağaçlar arasında yeni tamamlanmış binalar ve restore edilmiş eski yapılar keşfedilmeyi bekliyorlardı. Bu ışık altında her şey mükemmel, bir kampus ortamı nasıl olması gerekiyorsa tam öyle görünüyordu. Hiçbir binaya girmeden kampüsü turladım. İlginç olan şuydu, her şey aslında tasarlanmamış gibi duruyordu. Tüm kampüsün baskın çekim merkezi Çağdaş Sanatlar Merkezi olarak görünüyordu. Bunun dışında kalan tüm yeni yapılar sanki bu büyük kütleye yer açmak adına kenarlara yaslanmışlardı. Eğitim fonksiyonlarını barındıran kenardaki yeni yapıların cam ve çelik ağırlıklı kütleleri bile restore edilen eski yapılardan daha az dikkat çekiyordu.

Arazinin mimar eli değmeden önceki halindeki o hüzünlü hava pek de bozulmuş sayılmazdı, ki bu sanırım tasarım ve müdahale aşamasında dikkat edilen en temel hususlardan biri idi. Sürekli bahsettiğim ama bir türlü tanımlayamadığım bu atmosferi, tüm alandaki bu havayı ve bende yarattığı hissi çok iyi tarifleyen bir başka metne rast geldim geçtiğimiz günlerde. Alain de Botton’un Görmek ve Fark Etmek adlı kitabında “Hüznün Güzelliği” makalesinde Edward Hopper’ın resimlerini tanımlayan paragraftı bu.


“Edward Hopper , yapıtları hüzünlü olan, ama onlara bakan bizleri kedere boğmayan sanatçılardandır, Bach’ın ya da Leonard Cohen’in resimdeki karşılığı diyebiliriz ona. Ana tema yalnızlıktır. Hopper’ın insanları evden uzaktır, oturdukları ya da ayakta durdukları mekanda onlardan başka kimse yoktur; kimi bir yatağın köşesine oturmuş bir mektup okur, kimi bir barda tek başına içki içer, kimi de otel lobisinde kitap okur. Yüzlerinde kırılgan ve içe dönük bir ifade vardır. Az evvel terk etmiş ya da az evvel terk edilmişlerdir, kendilerine bir iş, bir sevgili ya da arkadaş aramaktadırlar, bu arayışla geçici seyahat mekanlarına sürüklenmişlerdir. Vakit genelde gecedir ve pencerenin dışında karanlığın, uçsuz bucaksız bir ovanın ya da tuhaf bir şehrin tehdidi kol gezer. Hopper’ın tabloları, kasvetin ta kendisini resmediyor olmasına karşılık onlara bakmak karamsarlık vermez insana. Aksine, tablolara bakan kişi orada kendi hüznünün yansımasını görür; hüznün can yakıcılığı az da olsa dinlenmiş olur…” (“Hüznün Güzelliği”, Görmek ve Fark Etmek içinde, Alain de Botton, Sel Yayıncılık, Ekim 2007)


Evet, sahiden de Hopper’ın resimleri insanı içine çeken, kendiyle baş başa kalmasını sağlayan, hüzünlü olan ama karamsarlık yaratmayan, hayatın tüm güzelliklerine karşın insanların zor anları olduğunu da anımsatan resimlerdir. Hopper bu anları öyle bir ifadeyle sunar ki, siz farkında olmadan sizinle aynı resme bakanlara yakınlık hissedersiniz. Botton’un da dediği gibi yalnızlığınızı, yalnız olmadığınızı göstererek hafifletir. Yine de bu yalnızlığınızı bozacak harekette bulunmaz, kendi içinizde bunu fark etmenin kısa mutluluğunu yaşarsınız. Dikte etmez, farkındalık yaratır.
santralistanbul’da yaşadığım his, tam da buydu. Alana girdiğiniz anda kendinizle baş başa kalma arzusu ile tanıdıklarınızla vakit geçirme isteği arasında gidip geldiğiniz bir yerdi burası. Az önce terk edilmiş bir yer ile kendi terk edilmiş anlarınızı yaşadığınız bu yerde, öte yandan her an dolacak ve bir anda capcanlı bir yer olacak kadar da potansiyel bir enerji hissediyordunuz. Kendi içimizde hissettiğimiz tüm gelgitli durumlar için burada bir köşe bulmak mümkündü sanki.
Bu tinsel havanın, mimarlık mesleğinin o alışılageldik vahşi müdahalelerine rağmen olabildiğince korunmaya çalışılması, bu projenin müelliflerinin en büyük başarısı kanımca. Kimi yapı ölçeklerinde bu tutumun tutarlılığı zedelenmiş olsa da (Enerji Müzesi’ndeki yürüyüş yolunun malzeme seçimleri veya kuzey girişindeki kafenin parıltılı renklerinde olduğu gibi) tüm kampusun genel atmosferi, iki sene önceki o gizemli havasından parçaları hala saklıyor. Her şeyden önce proje müelliflerini bundan dolayı kutlamak gerek.
Bina ölçeğine inip tek tek binalara baktığımızda ise, santralistanbul arazisindeki en baskın yapının elbette ki Çağdaş Sanatlar Merkezi olduğunu kabul etmek gerekir. Ayrıca tüm alanın çeperlerine sıralanmış eğitim bloklarının da tasarımından bahsetmeden geçmek mümkün değil. Daha çok Nevzat Sayın’ın çizgilerini taşıyan bu eğitim bloklarında tam tanımlanamayan bir gemi mekaniği estetiği var. Sayın’ın Irmak Lisesi’nde de kullandığı uzun güverte misali cepheye asılı koridorları, korkulukları, çelik gergileri ve gri tonları ile bu bloklar, liman kenarına demirlemiş henüz inşası tamamlanmamış gemiler gibi duruyorlar. Zemin yapısı nedeniyle bodrumu olmayan bu yapıların çelik strüktürleri ve zeminle kurdukları ilişkiler, detaylar da bu metaforu güçlendiriyor. Bu bitmemişlik hissi ise, santralistanbul’un geneline hakim; burada aldığımız keyfin de kaynağı belki bu bitmemişlik hissinden kaynaklanıyor. Her noktası ile düşünülüp pırıl pırıl bitirilmiş yapıların pek çoğunda insana nasıl davranması gerektiğini dikte eden, totaliter bir atmosfer vardır çoğu kez. Fazla belirtilmiş olmasa da karşınıza geldiği anda size dikte edilen bir yol boyunca o binaya yaklaşır, o kapıdan girer, şu merdivenden çıkar, belirlenmiş noktalardan dışarı bakar, koridorlarında dolaşır, sonra çıkar gidersiniz. Oysa gerek eğitim bloklarında gerekse Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde, hatta kampusun açık alanlarında rotanız için birden fazla alternatifin olabileceğini, mekanlarda da duracağınız ve hareket edeceğiniz fazlasıyla esnek bir yapı olduğunu anlıyorsunuz. Yalnız eğitim bloklarının ofis mekanlarında da aynı esnekliğin olmaması, belki de bu tasarımın en zayıf noktalarından biri.
Enerji Müzesi olarak dönüştürülen makine dairelerinin içine yapılan yürüyüş yolu ise, mekan ölçeğinde gerçekten alçakgönüllü davranılarak yapılmış asgari bir mimari müdahale olarak takdir edilmeli. Ancak bu müdahalede keşke, malzeme ve detay ölçeğinde de aynı hassasiyette davranıldığını görebilseydik.

Çağdaş Sanatlar Merkezi ise üzerinde konuşulması en zor yapılardan biri. Bu anıtsal yapı, eskiden aynı yerde bulunan kazan dairesinin izleri üzerinde yükseliyor. Plan ve kütle izleri, eski yapının izlerini takip ediyor, ancak bunun dışında her şey yeni. Önündeki devasa boş ve sert zeminle kurduğu ilişki ise gerçekten çok kuvvetli. Otoparktan yaklaşımda veya kuzeyden gelen aksta ilerlerken, ağaçların ve mevcut alçak yapıların arasında görünen tanımsız gri kutu ile bu alandaki karşılaşma insanı tuhaf bir biçimde çarpıyor. O kadar yabancı ancak bir o kadar da bu yere ait durduğu için, ilk karşılaşmada insanı kararsızlık içinde bırakıyor. Enerji Müzesi olarak dönüştürülen eski yapılarla arasındaki boşluğa doğru yöneldiğinizde, hala girişin tam olarak nerede olduğunu kestiremiyorsunuz. Sanki bu gizemli yapı, sırrını sonuna dek saklamak istiyor gibi davranıyor. Giriş lobisinin loş ortamından sola yöneldiğinizde ikinci bir kararsızlık yaşıyor, rampa veya merdiven arasında bir tercih yapmak zorunda kalıyorsunuz. Üst katlara çıktıkça yapıyı biraz daha iyi kavramış oluyorsunuz. Sirkülasyon hattında gördüğünüz boşluklar, cephe ile olan mesafe, iki blok arasındaki galeri boşluğu, ana merdivenin heykelsi duruşu; bunların hepsi müzeyi gezmeye gelenler için yeni duruş noktaları yaratıyor.
Binanın dış kabuğu ikiye ayrılıyor; zemindeki beton kaide ve bunun üzerinde yükselen yarı şeffaf metal kabuk. Zemin katın içerideki aktiviteleri göstermiyor olması kimilerince bu binanın en zayıf noktası olarak gösterilse de, aslında mekanın yarattığı tüm ruha en uygun ve belki de tasarımın en kuvvetli öğesinin burası olduğunu düşünüyorum. Taşıyıcı ızgaranın da gösterildiği bu brüt beton kaide, kalıp çizgilerinin yarattığı kaba doku ile birlikte, tam bir korugan hissi veriyor. Tasarlanmamış, sanki tesadüfen bulunmuş ve değerlendirilmiş gibi duran bu beton kaide, içerisini gösterecek bazı şeffaf boşluklarla zayıflatılsaydı, üzerindeki devasa metal kutuyla birlikte eminim çok dengesiz bir his yaratacaktı.


Binanın günışığı karşısında davranışı, başta bazı çağdaş sanat küratörleri olmak üzere, tasarımın diğer bir zayıf noktası olarak çok eleştirildi. Batı güneşine bakan uzun cephenin delikli metal bir ızgara ve arkasındaki cam cepheyle birlikte bir müze için en elverişsiz ortamı yarattığı konusunda hemen hemen herkes hemfikir olduysa da, ben aslında bunun bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Bunun farkına da binanın açılışında düzenlenen sergideki heykeller bölümüne geldiğimde vardım. Batı güneşini alan bir saatte heykellerin üzerine düşen ışık nedeniyle arkadaki duvarlara ve zemine izlemesi müthiş zevkli gölgeler düşüyordu. Çoğu kez müzelerdeki en önemli unsurun kontrol edilebilir ışık ve nem ortamı olduğunda herkes hemfikir olur. Ancak bu mekanlar hemen hemen hiçbir zaman günışığının değişken özelliklerinden ve doğal kalitesinden yararlanamazlar. Oysa santralistanbul’daki bu müze yapısının en kuvvetli tarafı, bu avantajları kullanabilecek esnek bir potansiyeli kurmuş olması. İstendiğinde ilk sergideki gibi ana mekanlar bölücü duvarlarla tamamen ışık geçirmez bir mekana dönüştürülebilirken, bir başka sergi veya projede, tüm katlara güneş ışığı alınabilir. Cam ve perfore metalden oluşan cephe yüzeyinin taşıyıcı sistemi de aslında, istendiğinde tamamen şeffaf istendiğinde ise tamamen karartılabilecek teknik aksamı taşıyabilirdi, ancak muhtemelen bu tip bir otomasyon, maliyeti oldukça artıracağı için uygulanamamıştır.


Müze binasının tek yadırgadığım noktası, ana merdivenin çıkış yönü oldu. Rampadan çıkıp merdivene yönlenen birinin ikinci merdiven kolunun altından geçmek zorunda kalması biraz tatsız bir deneyim yaşatıyor. Öte yandan tüm mekanın brüt ve kaba dokusunun yanında bazı detayların, özellikle kolon diplerindeki aydınlatma armatürlerin, fazlasıyla rafine olması ve yerden aydınlatılması da insanı rahatsız ediyor. Her ne kadar projenin müellifleri olarak Nevzat Sayın ve Emre Arolat birlikte görünse de, eğitim bloklarının aksine bu binanın temel tasarım kararlarında Emre Arolat’ın çizgileri daha hakim. Tüm mekan ve cephedeki grid sistem, çoğu kez eskizlerini bile kareli kağıtlara çizmeyi tercih eden Arolat’ın hemen hemen tüm yapılarındaki grid kullanımı ile paralellikler taşıyor. Grid sistemin getirdiği güven duygusuyla birlikte bu sistemin kısıtlayıcı olmak bir yana, esnek ve kimi zaman da kararsız olarak kullanılabilmesi ise Arolat’ın bir başarısı olarak kabul edilmeli. Yapının bir diğer fazla öne çıkmayan ama çok önemli başarısı ise sahte bir patina yaratma tuzağına düşülmemiş olması, ki bu, bu tip endüstriyel arkeolojik bir alanda kolay ve genel kabul gören bir stratejidir. Öte yandan bu kadar azla yetinip hayran olunacak hassasiyette bitirilmiş pırıl pırıl bir Swiss Box(!) ile karşılaşmamak da takdir edilecek bir diğer husus.
Bu yapıyı Louise Kahn’ın “Monumentality” söyleminden tutun da Koolhaas’ın “Bigness” teorisine, Tschumi’nin “Vectors and Envelopes” açıklamalarından, Kant’ın “Sublime” tanımlamalarına dek bir dizi argümanla anlatmaya çalışmak mümkün. Ancak temel olarak yarattığı his üzerinden anlatmak daha doğru olur. Kendini göstermekten kaçınan ancak kütlesi ile saklanma ihtimali olmayan, bağırmadan seslenmeye çalışan bir yapının mimarlık camiası dışında bu kadar tepkiyle karşılanması da alışılageldik bir müze binası olmamasından kaynaklanıyor. Öyle alışılmadık bir varlıkla karşılaşıldı ki, herhangi bir kategoriye oturtamadığımız ve tanımlayamadığımız her şeyde olduğu gibi ilk tepkimiz yadırgamak ve kusur bulmak oldu. Bu nedenle güneşin içeri girmesi ya da kapıların dar olması veya çatı yalıtımının aksaklığına varıncaya dek yapılan eleştiriler, bir anda mimari eleştiri statüsüne yükseliverdi kimi çevrelerde. Her bina gibi bu müze binasının da elbette fonksiyonel kusurları var. Ancak Türkiye’de ve hatta dünyada büyük gürültüler çıkartarak geleceğini önceden haber veren pek çok mimari ürünün yarattığı hayal kırıklıkları yanında, santralistanbul’un Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin iddiasız bir şekilde bağırmadan ortaya çıkmasını ve mimarlık camiası dışında da farkındalık yaratmasını azımsamamak lazım.
Üzerinde yükseldiği arazinin kırılgan atmosferini yıpratmadan, bitiştiği eski endüstri yapılarıyla iddialaşmadan, hem endüstriyel bir soğukluğu ve ihtişamı yaratmak, hem de herkese açık ve davetkar bir müze binası tasarlamak bir mimarın karşılaşabileceği en zor problemlerden biri olmalı. Bu nedenle kendine bile yabancı bir estetik dili olan, neredeyse boş bir hangar yapısının sonradan her türlü şekilde doldurulabilecek potansiyeli ve esas olarak bu boşluğun tasarlanması konusunda gelinen noktada proje müellifleri herhalde kendileri de tatmin olmuşlardır. Biz ise alışılmamış, bir şekilde yayıncılık dünyası ile bize dikte edilmiş dillerden herhangi birini konuşmayan farklı bir mimarlık ürünü ile karşılaştığımızda ne diyeceğimizi bilemedik, bocaladık. Sessiz bir çarpışma idi, tıpkı Hopper’ın tabloları gibi. Bir benzer hissi başka hangi binada yaşarız bilinmez ama yadırgayacağımız daha çok bina görmeyi arzuladığımız kesin.
* Bu yazı Betonart dergisinin 17.sayısında (2008) yayınlanmıştır.