Yokohama’da yaşayan 38 yaşındaki bir ev kadını olan Eriko, bir kaç dakikada bir gelen hapşırma seansları sırasında “Neredeyse deliye döneceğim, gözlerim, boğazım hatta kulaklarım bile kaşınıyor” darken maskesini düzeltmeye çalışıyordu.[i] Sokakta, markette, metroda dolaşırken görüntülenen pek çok Japon vatandaşının yüzlerindeki maskeleri, şehirlerdeki hava kirliliğine karşı bir önlem olarak düşünürüz. Oysa neredeyse her beş Japon’dan birinin kullanmak zorunda kaldığı bu maskelerin çok masum bir sorumlusu var; bu da hava kirliliği değil.


İkinci dünya savaşının sona ermesinden hemen sonra Japon hükümetinin Ormanlardan sorumlu bakanlığı, devasa bir ağaçlandırma projesine girişti. Mevcut bitki örtüsünü ticari olarak daha değerli olan Japon Sediri (Japonca’da sugi) ile değiştirme amacını taşıyan bu programın bir diğer amacı da sürekli olarak toprak kayması ve yağışlara bağlı erezyonu önleme idi. 1997 yılına dek neredeyse 50 yıl süren bu program sonunda Japonya’nın tüm orman alanlarının %43ü, Japon Sediri ile kaplandı. Ticari olarak başarılı olmuş olsa da (bu başarının da çok uzun sürmediği söyleniyor), bu ağaçlandırma programının erezyonu önlemek yerine bazı bölgelerde daha da artırdığı belirtiliyor. Yüksek gövdesi ve sık dalları nedeni ile toprak üstü alçak bitki örtüsünün güneş almasını önleyerek toprağın verimsizleşmesine ve yağmurdan kaynaklanan erezyonun artmasına neden olan bu ağacın bir diğer olumsuz etkisi daha var. Eriko gibi her beş Japon’dan birinin her ilkbaharda maske ile gezmesine neden olan polen alerjsinin esas sorumlusu Japon hükümetinin hemen hemen her yeşil alana diktiği bu masum ağaç aslında. Polen alerjisine karşı herhangi bir tıbbi korunma mümkün olmadığı için Japonya bu sorunla çok uzun yıllar birlikte yaşamaya devam edecek gibi görünüyor.
Japonya’nın yağışlardan kaynaklanan erezyon veya toprak kayması gibi doğal felaketler karşısında ağaçlandırma politikasını benimsemesi başta olumlu olarak görülebilir. Ancak müdahelenin yan etkileri gözlenmeden, bu hareketi tüm coğrafyaya yaymak Japonya’nın başka tahmin edilemeyen sorunlarla başetmesine neden olmuş. Bu olaydan yola çıkarak bir kaç soru sormak yerinde olacaktır. İnsan yaşamını tehdit edici boyutlara geldiğinde doğanın değişimine müdahale etmek meşru mudur? Yerleşim alanlarını taşımanın külfetine katlanamadığımızda, bu alanları yok etmeye kadar varan doğanın güçlerini dizginlemek için sarfettiğimiz çabaların sonuçlarını yeterince düşünüyor muyuz? Doğaya müdahale gerekli ise bu önceden tasarlanabilir bir eylem olabilir mi?


Herkesin bildiği gibi Japonya kentleşmenin en yoğun olduğu ülkelerden biri. Deprem gibi doğal bir felaketle başetmek zorunda kalan bu kalabalık ülkenin bir derdi de nüfusuna ters orantılı olan sınırlı coğrafyası. Açık denizlerin sert erozyonu ile başetmek zorunda kalan bu takımadaların, doğanın kendisine verdiği tüm zorluklarına rağmen, doğal hayatı ve doğa ile barışık geleneksel mimarisi da diller destan. Sakin ve huzurlu ormanların ücra köşelerindeki Zen tapınakları, yeşil dağ yamaçlarına kurulmuş küçük ahşap evlerden oluşan Japon köyleri veya her bahar açan kiraz ağaçları ile donanan parklar Japonya denince ilk akla gelen imgelerin içinde yer alıyor.
Bu cümleler, belki bundan yirmi otuz yıl önce sorgulanmayacak bir önerme olabilirdi. Ancak yoğun kentleşmenin yan etkilerini, bir zamanlar övgü ile bahsedilen kırsal coğrafyasında da yaşayan, çağdaş mimarinin doğudaki en önemli kaynaklarından biri sayılan Japonya’da yaklaşık 20 yıl önceden itibaren, işler tersine dönmeye başlamış durumda.
Alex Kerr, modern Japonya’nın dünyaya sunduğu hayranlık uyandıran mitlerin nasıl dönüştüklerini dair ipuçlarını verdiği “Dogs and Demons” adlı kitabından sonra, Japonya’daki yoğun kentleşme ve özellikle altyapı projeleri tüm İngilizce konuşan dünyada görünür hale geldi ve Japonya’nın altyapı ve doğal projeleri ciddi anlamda sorugulanmaya başlandı.


Kerr, kitabında Japonya’nın savaştan sonra modernleşme sürecinde dozu nasıl kaçırdığını eğitimden, finans sistemine, bürokrasiden altyapı faaliyetlerine dek örneklerle anlatıyor. Japonya’nın batı terminolojileri ile açıklanamayacak bazı kültürel davranış şemaları yüzünden yaşanan gelişmeleri anlamakta zorlanmamızın doğal olduğunu savunan Kerr’e göre Japonya hükümeti yöneticileri de çoğu yerde fazla ileri gittiklerini kabul etmeye başlamışlar. Japon kültürünün getirdiği bazı etkilerden de bahsederek, devlet bürokrasinin herhangi bir karardan sonra işlemeye başlayan çarklarını durdurmanın imkansızlığından dem vuran Kerr, özellikle büyük miktarda para ayrılarak yürütülen inşaat projelerinin gereksizliğini sık sık vurguluyor kitabında.
Gavan McCormack’ın da özetle New Left Review’daki makalesinde [ii]ve “The Emptiness of Japanese Affluence” kitabında da anlattığı gibi Japon para piyasalarının ve bankaların 90’ların başında bir anda çökmesi sonucunda Japonya bir anda dünya tarihinde en ciddi finansal krizlerden birini yaşamaya başladı. Bulunan çözümlerden en önemlisi, bankaların devletin inşaat faaliyetlerine ve gayrimenkul sektörüne aktardıkları ucuz kredilerle para piyasalarını kurtarmaktı. Ayrıca Zaito olarak da adlandırılan ve vatandaşların kişisel birikimlerini devlet güvenceli Posta hesaplarına yatırması ile oluşan devasa ikinci bütçeden de büyük miktarlarda paralar, bakanlıkların ilgili inşaat ve altyapı birimlerine aktarıldı. Oysa hükümetlerdeki bürokratların bu kararlardan büyük çıkarları olduğu anlaşıldı. Pek çok bürokrat veya devlet görevlisinin büyük altyapı projelerini yürüten inşaat şirketleri ile organik veya saklı ilişkileri vardı. Tüm bu pis kokulara rağmen, durdurulamayan ve opak hale gelen Japon bürokrasisi işlemeye devam etti. Bunun sonucunda 90’ların başından itibaren tüm Japonya toprakları, tarihinde görülmemiş ölçüde bir şantiye sahasına dönüşmeye başladı. Öyle ki, Japonya artık bir dokken kokka, yani inşaat devleti olarak anılmaya başlandı. Rakamlar da bu savı doğrulamakta zaten. Japonya’nın inşaat faaliyetlerine ayırdığı bütçe İngiltere’nin, Amerika ve Almanya’nın üç katına ulaşmış durumda. Milli gelirin %8’i altyapı faaliyetlerine ayrılırken bu sektörde 7 milyon kişi, yani tüm Japonya’nın işgücünün %10’u çalışmakta. Devasa bir makinaya dönüşen inşaat sektöründe bu nedenlerden ötürü değişiklik yapmak nerdeyse imkansız hale gelmiş durumda. Sürekli hareket halinde olması gereken bir dev Japonya’nın altını üstüne getirmeye bu yüzden devam ediyor.


Hükümetlerin büyük miktardaki bütçeleri öncelikle kentlerdeki altyapı projelerine aktarmasından sonra, bu faaliyetler yavaş yavaş kırsal alanlara doğru sıçramaya başladı. Sert okyanus dalgaları ile yavaş yavaş eriyen Japonya’nın tüm kıyıları da bu faaliyetlerden faydalandı. 1993’de Japonya takımadasının sahillerinin %55’i okyanusun azgın dalgalarına karşı sahili koruyan beton şeritler veya tetrapodlarla çevrilmiş duruma geldi. Bir zamanlar bu projelere hevesle sahip çıkan Japonlar, bir kaç yıl içinde Chiba sahilinin Okinawa sahiline veya Shonan kıyılarına tıpatıp benzemeye başladığını görünce irkildiler. Erozyonu önlerken tüm Japonya kıyılarının doğal çizgilerini yok etmişlerdi.



Japon Sediri’nin başa çıkamadığı seller ve erezyonu önlemek için de hükümetler altyapı faaliyetlerini ormanlık ve dağlık kırsal alanlara kaydırmaya başladılar. Erezyon veya sel felaketleri inşaatların geçerli bir nedeni olsa da, hükümetlerin ve dev inşaat sektörünün bu geçerli bahaneden fazlası ile memnun olduğu da bir gerçek. Öyle ki, devlete bağlı Nehir Bürosu, Japonya’nın 113 büyük nehrinden 110 tanesine toplam 2800 tane baraj inşa etmiş bile. Bu nehirlerin yataklarının büyük kısmı ise taşkınları önlemek ve suyun akışını kontrol edebilmek adına beton yataklara dönüştürülmüş durumda. Zaten tüm Japonya’ın nehir yataklarının %97’sinin doğal akışları barajlarla kesilmiş durumda iken, hükümetler önceden aldıkları proje kararlarını durduramadıkları için 500 yeni barajı inşa etmeye devam ediyorlar. Doğal su akışının kesildiği ve yataklarının betonla kaplandığı nehir ve derelerdeki biyolojik hayatın artık tükenmesi de bu inşaat faaliyetlerinin yan etkilerinden biri olarak görülüyor.


Islah edilen nehir yataklarında, suyun akış hızı doğal bir yatağa göre çok daha hızlı olduğu farkedilince, bazı nehir yataklarına uyun akışını azaltacak şekilde labirent oyuklar açılmış beton plakalar yerleştirilmeye başlanmış. Bu sayede hızlı akışa dayanamayan balık yavrularının ve suda yaşayan böceklerin kıyılara tutunabilmeleri umulmakta.
Doğal su akış yollarını kontrol altına alarak, yağmurun yamaçlardan çok daha hızlı bir şekilde emilmesine neden olan bu altyapı faaliyetleri nedeni ile dik yamaçlardaki bitki örtüsü zayıflamaya başlamış durumda. Bu da planda olmayan bir başka yan etkiyi meydana getiriyor. Japonya’nın dik yamaçlarında, dağlarında toprak doğal olarak zemine tutunamıyor, ve toprak kaymaları yerleşim yerlerini tehdit eder hale geliyor. Yeni doğan bu sorunla başetmek yine inşaat sektörüne düşmekte. Bugün Japonya’nın kırsal kesimindeki pek çok yamaçta betonarme ızgaralarla toprak kaymaları önlenmeye çalışılıyor. Acil ve uzun vadeli etkileri pek de düşünülmemiş bir mühendislik çözümü ve henüz bu çözümün getireceği yeni sorunlar şu anda belirsiz. Bu arada Japonya’nın, hatalarının farkına varmaya başladığına dair haberler de yayınlanmaya başlamış durumda. Örneğin 1980’lerin sonunda nehir yatağını düzeltip bir kanal haline getiren proje sonucunda, Kushiro nehrinin yanındaki sulak araziler kurumaya başlamış. Şimdi yaklaşık 25 yıl sonra cetvelle düzeltilmiş gibi inşa edilen nehir yatağının büyük kısmı yıkılarak doğal haline geri çevrilmeye başlanmış durumda. [iii]


Japonya’daki bu genel fotoğraf, aslında farklı ölçeklerde her ülkede çekilebilecek genel bir manzara. Japonya, inşaat faaliyetlerinin artık dozu kaçmış ve sınır tanımaz şekilde ülke coğrafyası ölçeğine sıçraması ile yan etkilerinin çok daha çarpıcı bir şekilde algılanabildiği çarpıcı ve görünür bir örnek sadece. Bu arada, Japonya’yı doğal felaketlere karşı yürüttüğü bu çalışmalardan dolayı acımasızca eleştirmeye de pek hakkımız olduğunu düşünmüyorum. İnsan hayatını tehdit eden doğal güçlerle başederken, acil müdahele ve kısıtlı kaynaklar çoğu kez planlama sürecini değersizleştirebiliyor. Bu yüzden bu ölçekte yapılan pek çok müdahele aslında tek bir sorunu acilen çözmenin (bir nehri baraj ile durdurmak, dalgalara karşı dayanıklı bir set çekmek) getirdiği baskı ile fazlası ile zararlı da olabiliyor.


Tasarım eyleminin, birbirinden bağımsız kompartmanlara ayrılmasının sakıncalarını tekrarlamaya gerek yok. Örneğin, tasarımın doğa ile kesişmesini artık sadece peyzaj mimarlığı diye nitelendirdiğimiz, sınırlı ve suni bir alana hapsetme eğilimindeyiz. Bu öyle bir alan ki, ne mimarlar, ne doğa bilimcileri, ne de mühendisler kendilerini tam sorumlu kabul edemiyorlar.

Mimarlık, bazı koşullarda, insan konforunu artırmak amacı ile doğaya müdahale eden vahşi bir eylem olarak görülebilir. Dünyadaki her üç insandan ikisi şehirlerde yaşamaya başlamışken ve geri kalanların da hızla şehirlere doğru yola çıktığı bir zamanda, ilginçtir ki, hemen hemen herkes şehirlerin doğayı katlettiği konusunda hemfikirdir. Genişleyen kentler, çevrelerindeki yeşil kuşakları hızla yokederken, “betonlaşma” diye bir terimle, tüm insanlık kendi ürettiğine lanet okur. Bu durumu bir kabahat olarak kabul edenler, bir malzemeyi günah keçisine dönüştürerek, suni bir şekilde kendilerini rahatlatırlar. Bunun yetmediği veya biraz daha profesyonel gözükmek gerektiği durumlarda ise “ekolojik mimarlık” veya “yeşil tasarım” gibi nispeten daha karmaşık kaçış yöntemleri ile durum kurtarılmaya çalışılır. Bugün mimarlık alanında ideolojilerin yok olması ve nerdeyse ekolojinin inkar edilemeyecek şekilde mesleki bir tabu haline geldiğini görüyoruz. Oysa temel sorunun tasarıma dair bilinçli bir yaklaşım eksikliği, her ölçekteki inşai faaliyette düşünsel fakirlik olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Tasarım profesyonelleri (bu durumda mimarlar ve peyzaj mimarları) çoğu kez altyapı projelerinde söz sahibi değillerdir. Bir dere ıslahı çalışmasında, bir baraj inşaatında, bir karayolu köprüsünde veya bir istinat duvarında tasarımcı rol almaz genelde. Bu tip projeler mühendislerin ve çoğu kez de müteahhitlerin tecrübeleri ile hızla inşa edilir. Mimarlar ancak bu yapıların giriş kapısını, ziyaretçi merkezini, lojmanlarını, korkuluğunu tasarlamakla yetinirler. İstisnai durumlarda ise (mesela Millau Viyadüğü) mimar projenin bütçesi ile doğru orantılı olarak davet edilen, bir anlamda bütçeyi ve devasa projeyi gelen tepkilere karşı meşrulaştırma aktörü olarak davet edilir. Şehir ve bölge planlama uzmanları ise çoğu kez bu ölçeklere gelmeden çok daha yukarıdan, kimi kez harita ölçeğinde mesleki sorumluluk sınırlarını kapatırlar. Mimarların ve peyzaj mimarlarının ölçek ilgisinin üstünde, şehir plancılarının ölçek ilgisinin altında kalan bu yapılar ilginçtir ki mühendislik jargonunda “sanat yapıları”, Fransızca kökeni ile “ouvrage d’art” olarak anılıyor.
Aslında “sanat yapıları”nın tasarımcılar tarafından ihmal edilmesi oldukça yeni bir durum. Bugün 1950-1970 arasında inşa edilen altyapı projelerine baktığımızda küçücük bir karayolu köprüsü ayağındaki detaylar bile, 2000’li yıllarda yapılan bir betonarme prefabrike ayaktan çok daha ince düşünülmüş olduğunu görürüz. Elbette, bu özenin kaybolmasının esas nedeni mühendislik çözümlerinin standartlaşmış olması(prefabrik modüler yapım sistemleri), altyapı projelerinin ihtiyaç duyduğu hız (bkz. İstanbul’daki Metrobüs inşaatı veya tünel projeleri) ve en önemlisi, siyasetçilerin kısa süreli ömürlerinde planlamayla ve tasarım süreçleri ile oyalanmak istemememeleri ve bir an önce bir sonraki köprüyü veya altgeçidin kurdelasını kesme arzusudur.
Bu durumda mimarlara, peyzaj mimarlarına ve diğer disiplin kollarındaki profesyonel ve akademisyenlere fazladan bir sorumluluk düşmekte olduğu açık. Mühendislik disiplinlerinin domine ettiği inşaat faaliyetleri, tasarım disiplininden faydalanmadığı sürece kentsel ve kırsal projelerde tek suçlu beton olmaya devam edecek gibi.
[ii] http://www.newleftreview.org/?view=2365
[iii] http://www.iht.com/articles/2007/11/07/asia/07japan.php?page=1
* Bu yazı “Ehlileştirmeden Önce Tasarlamak” başlığı ile Betonart dergisinin 21. sayısında yayınlanmıştır.