Yeni Egzotik Maceralarımız

Bir mimar kentlerle olan ilgimiz, Kevin Lynch’in veya Spiro Kostof’un kitaplarındaki gibi formel yaklaşıma dayanıyordu uzunca bir süredir. Meydanlar, sokak dokuları, kentin harita üstündeki formu, zihinsel imgeleri yaratan elemanlar… Tüm bunlarla meşgul olduk uzunca bir süre. Hangi ara kentin formları ile değil de işleyişi ile ilgilenmeye başladığımızı hatırlamıyorum. Arada oldukça belirsiz ve bir o kadar da hızlı bir geçiş süreci var. Şimdi mimarların kentle ilgisinin istatistik tablolarından çıkartılan haritalar ve göz alıcı enformasyon grafikleri üzerinden geliştiğini izliyoruz. Kentleri anlamak için formlar yeterli gelmiyor, mimar olarak başka disiplinlerin bilgi alanlarına girmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Bunun nedenlerini sorgulamak ciddi bir araştırma gerektiriyor ve bu kısa yazının da amacını aşıyor. Ancak bu soruyu doğuran önemli bir etkinliği geride bıraktığımız için en azından bu etkinliğin amacını ve sonuçlarını sorgulamak yerinde olur.

Dünya şehirleri konusunda uzmanlaşma iddiasında olan London School of Economics(LSE) Kentler Programı ve Deutsche Bank’a bağlı Alfred Herrhausen Vakfı’nın 2005 yılından beri birlikte organize ettiği Urban Age konferansı en son Kasım ayı başında İstanbul’da düzenlendi. Dünya üzerindeki nüfusun 2050’den sonra üçte ikisinin şehirlerde yaşayacağını öngören istatistiklerden yola çıkarak LSE, Urban Age konferanslarını bu gerçeğe dikkat çekme amacı ile gerçekleştiriyor.

12 milyonluk nüfusu ile İstanbul’un da eninde sonunda Urban Age’in ilgi alanına girmesi kaçınılmazdı. İki gün boyunca Urban Age’in artık kadrolu danışmanları haline gelmiş ve her kentteki konferanslara konuşmacı olarak katılmış pek çok ünlü bilim insanının yanısıra, Türkiye’den de konu ile ilgili kişiler de konuşmacı olarak davet edilmişti. Urban Age’in amacı şehri yönetenlerle şehircilik, mimarlık, sosyoloji, antropoloji ve ekonomistleri bir araya getirmek ve olası çözümleri bir arada konuşmak olarak tanımlanıyor. Niyet böyle olsa da İstanbul’da sonuç farkı idi. Edebiyatçıdan ekonomiste, sosyologdan mimara kadar farklı disiplinlerdeki kişiler kendilerine ayrılan 15 dakika içinde meramlarını anlatmayı denediler. Yeni nesil tiyatro sahneleri gibi üç tarafında izleyicilerin çevrelediği masada ise bu on beş dakikaya da sahip olamayan ama konferans katılımcı listesinde de isimlerinin görünmesi gerekli olduğu düşünülen kişiler yer alıyordu. Ne yazık ki, bu tip bir tartışma formatının çok da verimli ve yararlı olmadığını görmüş olduk. Katı zaman planı nedeni ile çok derin konular oldukça yüzeysel şekilde geçiştirilmek zorunda kaldı.

Diğer kentlerdeki konferanslar ile kıyaslandığında İstanbul’daki konferansta kenti yöneten kadrolardan neredeyse hiç kimse yoktu. İstanbul belediye başkanının sadece ödül törenine gelip konferansa uğramaması bile ciddi bir fiyasko idi. Sadece ilk birkaç saatliğine kendi belediye faaliyetlerini anlatmaya gelen ve bunu bir propoganda fırsatı olarak gören Beyoğlu Belediye başkanı ise, sunumundan sonra diğer konuşmaları dinlemeye kalmadı bile. Kenti yönetenlerin bu kadar önemli uluslararası ve disipliner arası bir buluşmadan yararlanma ihtimalini değerlendirmedikleri çok açık. Bu açıdan bakıldığında Urban Age İstanbul konferansı, vaat ettiği en önemli amaçlarından birini ne yazık ki gerçekleştiremedi. Elbette bunda Urban Age konferansını organize edenlerin iyi niyetli ama naif beklentilerinin payı olduğu kadar, kenti yönetenlerin bu tip bilgi alışverişlerine dair umursamazlığının da fazlası ile rolü vardır.

Davetli uzmanlar kimi zaman ilginç noktalara değindiler ve örnekler verdilerse de konferansın genelinde izleyicilerin buruk bir hayal kırıklığı yaşadığını hissettim. Oldukça iyi organize olmuş, geleceği bir yıl öncesinden belli ve akademik bir kuruluşun aylardır üzerinde çalıştığı bir konferanstan herkes daha fazla kıvılcım çıkmasını bekliyordu. Özellikle Richard Sennet, Saskia Sassen, Kemal Derviş, Richard Rogers gibi önemli beklentiler yaratan kişilerin İstanbul üzerine söyledikleri İstanbullu izleyicileri pek tatmin etmiş gibi değildi. Buna karşın Alajendro Zaera Polo veya Enrique Penalosa gibi daha mütevazi isimlerin sunumları izleyicilerde biraz ferahlama yarattı.

Urban Age, ilk kez bu konferansta bulunduğu kentin sorunlarına somut çözüm önerileri getirilmesini teşvik eden bir çalışmayı gerçekleştirdi. Arkitera Mimarlık Merkezi ile yapılan işbirliği ile konferans öncesinde seçilen 5 mimarlık ofisi kendi belirledikleri sorunlara çözüm önerileri geliştirdi. Konferans yayınlarında da yayınlanan bu öneriler, kenti yöneten kadroların bir kısmı konferansta bulunmuş olsaydı çok daha iyi şekilde bu kişilere aktarılabilecekti. Ne yazık ki bu paylaşım ihtimali konferans sonrasına kalmış oldu. Ancak Urban Age’in başlattığı bu çalışma modelinin bundan sonraki konferanslarda da uygulanabilme ihtimali en azından İstanbul konferansının artı puanlarından biri oldu.

Elbette Urban Age’in en büyük defosu, parmak bastığı sorunların çok uzağında kalmış olmasıydı. Öyle ki, yurt dışından gelen uzman konuklar neredeyse otel ve konferans salonu arasında karaya ayak bile basmadılar. Üzerinde konuşulan kenti sadece araştırma raporlarından, istatistiklerden, anket sonuçlarından, klişeleşmiş görüntülerden ve algılardan yola çıkarak okuyan bu analizler aslında çok da yanlış söylemler içermiyordu. Ama bu analizlerin ve söylemlerin hakikatle aralarında görünmez bir duvar olduğu hissini tüm konferans boyunca yaşadım. Sultanbeyli gibi bir yerin sorunlarını ve olası çözümlerini Sultanbeyli’den sadece 20km batıdaki pırıltılı bir salonda konuşmak ama Sultanbeyli’lerin ve Sultanbeyli yönetiminin bu tartışmalardan hiç bir zaman haberinin olmayacağını bilmek insanda tarifsiz bir sıkıntı yaratıyor. Bu sıkıntı, bulduğumuz çözümleri, gelişme önerilerini, tavsiyeleri kenti yöneten kadrolara hiçbir zaman doğru dürüst aktaramayacağımızı bilmekle katlanıyor. Aslında bir yandan analizlerimizi ve çözümlerimizi üretirken, bir yandan da bulduklarımızı aktarabileceğimiz araçları, arayüzleri tasarlamamız gerektiğini ve belki de en acil işimizin bu arayüzün kurgulanması olduğunu hatırlatıyor bu tip konferanslar bize.

Konferans boyunca gösterilen görüntüler, gazetelere basılan cazibeli grafikler ve haritalar, çarpıcı tablolar ve istatistikler yaklaşık üç yüz dört yüz kişinin İstanbul üzerine samimi bir şekilde kafa patlattıkları izlenimini veriyordu. Bu samimiyetten şüphem olmasa da tüm dünyadaki şehirleri gezen kadrolu Urban Age uzmanlarının ve her kentte onlara katılan yerel profesyonel akademisyenlerin, mimarların, sosyologların, plancıların ve ekonomistlerin bu ve benzeri etkinliklerle aslında bir anlamda vicdan rahatlatması yaptıklarını da düşünmüyor değilim. Telaffuz edilmese, hatta mimiklerle bile belli edilmeyecek kadar saklı kalsa da konferansa katılan ben dahil herkesin tüm dünyadaki çarpıcı gecekondu ve slum mahallelerinin gerçeküstü dokularına, bu mahallelerin hemen yanlarında yükselen havuzlu sitelerin yarattığı kontrasta, toplu konut sorununu çözme amacı ile yan yana dikilen inanılmaz nitelikteki toplu konut kulelerine hayretle ve belki de hayranlıkla baktığımızı fark ettim. Aynı şekilde trafiğe her gün çıkan araç sayısının yüzlerle ve binlerle ifade edildiğini veya herhangi bir Latin Amerika ülkesinde çocuklarını okula güvenli bir şekilde ulaştırmak isteyen zengin ailelerin araba alırmış gibi helikopter aldığını öğrendiğimizde de, neredeyse bir bilim kurgu filmini izlermiş gibi, şaşırdığımızı ama bundan anında utanmamız gerektiği için bu şaşkınlığı sükunetimizle sakladığımızı hissettim.

Kentlerdeki bu hayret verici yaşantıların kesitleri bizi bu kadar şaşırtırken ve Urban Age benzeri konferansların kentlere hemen hemen hiç bir olumlu ya da olumsuz katkısı olmadığını bildiğimize göre kendimizi mi kandırıyoruz? Farkında olmadan bilgimizle, profesyonelliğimizle gerçek hayatın çarpıcı ve cazip kesitlerini alarak aslında üç boyutlu sorunları yamyassı hale getirip çerçevelemiyor muyuz? Bu kesitleri dünya çapındaki meslektaşlarımızla, yayınlarla paylaşarak yaptığımız çözüm odaklı bilgi paylaşımı mı yoksa doğanın tüm sırlarını ve cazibesini sömürdüğümüz bir zamanda gizemli, yeni bir tür egzotik alan yaratmak mı? Farkındalık veya sürdürülebilirlik gibi muğlak kavramlarla vicdanlarımızı ferahlattığımız bu dönemde, dünya çapındaki kentlerin sorunlarına eğilerek bir tür kültürel emperyalizmin veya etnik şefkat gösterisinin aktörleri mi oluyoruz? Tüm çabamız ve enerjimiz, bizden bağımsız bir şekilde öyle ya da böyle yaşayan kentler üzerinde akademik bir tahakküm kurmak olmasın? New York, Chicago, Berlin, Londra, Paris tükendi. Artık Bombay, Manila, Bogota, Kinsasha, Lagos, Guonghzou, Sao Paulo, Busan mimarların ve plancıların yeni oyun alanları mı olacak? Urban Age konferansı İstanbul’a faydalı bir tortu bırakmadıysa bile en azından bu soruları kendime sormama neden olduğu için yararlıydı.

* Bu yazı Betonart dergisinin 25.sayısında yayınlanmıştır.