
“Avrupa’nın en büyük adliyesi” denen Çağlayan adliyesinin tam da adalet sisteminin didiklendiği bugünlerde açılıyor olması ne kadar ilginç bir durum. Üstüne üstlük bu yapıya ek olarak bu sefer “dünyanın en büyüğü” denen Kartal adalet sarayı da Anadolu yakasında tamamlanmak üzere. Geçtiğimiz senelerde açılan Bakırköy adliyesi de oldukça iri bir mahkeme binası. Bir de bunlara Silivri’de Ergenekon duruşmaları için apar topar yapılan ilkel salonları da ekleyelim. Aslında adalet mekanları açısından oldukça zengin sayılır İstanbul. Ancak dünyanın en büyük adliye binalarını yapmış olmamıza rağmen yine de yetmiyor! 5 Ocak’ta Habertürk’teki haberden, Beşiktaş’ta bunca yıldır gecekondu gibi derme çatma binada çalışan İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri başkanlarının, Çağlayan’daki yeni adliye binasının kendileri için uygun olmadığını bildirdiklerini, bunun üzerine Başbakan’ın talimatı ile Yenibosna’da yeni bir bina yapılmasına karar verildiğini öğreniyoruz. Öte yandan, İstanbul Barosu’nun geçtiğimiz yıl 26.000 üyesi ile New York’u sollayarak dünyanın en kalabalık barosu olduğunu da hatırlayalım.
Öncelikle şunu kabullenmek gerekir: En iri adalet binalarının inşa ediliyor olması adalet sisteminin iyi işlediğini değil, tam aksine bir şeylerin ters gittiğini gösterir. Bu kadar büyük mahkemelere, dünyanın en kalabalık barosuna sahip olmak övünülecek bir şey değil. Bu devasa adliyeler, sorunlar karşısında ne kadar az uzlaşabildiğimizin, bir arada ne kadar zor yaşayabildiğimizin anıtları aslında. Zaten Prof.Dr. Yılmaz Esmer’in yürüttüğü Türkiye Değerler Araştırması da halkın neredeyse genlerine kadar işlemiş güvensizlik yüzünden derin bir hoşgörüsüzlük içinde olduğunu gösteriyor. Birilerinin siyasetçilere, esas marifetin nüfusa oranla en büyük değil, en küçük adliyeyi inşa edebilmek olduğunu hatırlatması iyi olur.
Ancak AKP döneminde başarının kriterlerinin nitelikten çok nicelikle ölçülür hale geldiği malum. TOKİ bu anlayışın bir ürünü örneğin. Adalet mekanlarının da bu kantarla değerlendirildiğini görüyoruz. Çağlayan adliyesinin her yerde tekrar eden tanıtımlarında 62 bin metrekare su yalıtımı, 93 asansörü, 1450 yangın kapısı, 1 km uzunluğunda yürüyen merdivenleri olduğunu öğreniyoruz. Ama Aytöre Genç Proje ve A Tasarım firmaları tarafından tasarlanan yapının mimarları nasıl ve kim tarafından hangi gerekçelerle seçilmiş belirsiz. Neden bu form, renk ve malzemeye karar verilmiş, bilemiyoruz. Zaten mimarlarından çok müteahhidinin ismi anılıyor. Bir yapı, mimari değerden yoksunsa, Çağlayan adliyesindeki gibi sadece merdiven sayısı, kaç ton beton döküldüğü, kaç metrekare granit kaplandığı gibi niceliksel özellikleri ve müteahhidi ile tanıtılmak zorunda kalınır.
Mimarisi için söylenebilecek çok az şey var: Vasat bir tasarım, oransız bir kütle, berbat bir renk… Heybetli cüsseleri ile cesurca, dimdik ayakta durabilen diğer anıtsal binalar gibi değil. Tam tersine çirkin kütlesinin farkında olan, etrafındaki hiç bir şeyle ilişkiye geçemeyen, boz renkli utangaç bir dev gibi Çağlayan’ın ortasına çöreklenmiş. Arkasını İstanbul’daki en önemli tarihi anıtlardan birine dönmüş, yüzü olmayan bir dev. Adaletin timsali olan kadının zarafet ve asaletinden hayli uzak görkemsiz bir kütle. Öte yandan birbirimize karşı ne kadar güvensiz ve hoşgörüsüz bir toplum olduğumuzu dürüst ve hatta küstahça hatırlattığı için de çarpıcı. Aslında belki içi güzel bir dev, ancak kim bir mahkeme binasına işi düşsün ister ki? İstanbullular daha çok dışını görecek. O da ne yazık ki pek çirkin.
* Radikal, 13.3.2011