Devlerin arasında bir anıt!

İki yıl önce temeli atılan Ataşehir’deki “Mimar Sinan Camisi” geçtiğimiz Cuma Başbakan’ın katılımı ile açıldı. Klasik Osmanlı cami formunun günümüz inşaat teknolojisi ile üretilmesi nedeni ile mimari çevrelerde “taklit cami” olarak etiketlendirilen bu caminin her yerde görebileceğiniz diğer camilerden farkı büyük ölçeği , TOKİ sermayesi sayesinde son sürat ve nitelikli bir işçilik ile bitirilebilmiş olması ve elbette Başbakan’ın bu yapıya özel ilgi göstermesi. Bunun dışında mimari açıdan bu yapı hakkında konuşmak, replika bir Mona Lisa tablosu ya da iyi taklit edilmiş bir Rodin heykelinin değeri hakkında konuşmak kadar saçma olur.

Anıtsal bir yapı amaçlanmasına rağmen hemen arkasındaki yüksek konut bloğu altında ezilen caminin yer seçimi de düşündürücü. Ataşehir gibi pek de muhafazakar sayılmayacak bir semtte, şehre giriş yapılan bir noktada yer alan yapıda esas amacın politik bir gösteri olduğu çok belli. Mimari açıdan caminin meşruiyetini sağlamak için taklit edilen mimarın isminin yapıya verilmesi de günümüzün kültürel derinliğini gösteren acıklı bir ironi.

Bu ülkede cami yapılarına başta hayırseverler ve devlet çok ciddi paralar harcadı, hala da harcıyor. Bunda bir tuhaflık yok, çünkü bireysel inançtan toplumsal bir örgütlenmeye evrilmiş dünyanın takipçisi en fazla dinlerinden birinden, sadece ihtiyaç oldukça alçakgönüllü ibadet yerleri yapmasını istemek saçma olur. Takdir edilen klasik Osmanlı camilerinin pek çoğu da sadece ihtiyaç için değil, imparatorluğun, vezirlerin, sultanların iktidarını göstermek için yapılmış ihtişamlı ama bir yandan da mimari açıdan yenilikçi yapılar. Mütevazi ibadet yerleri yapılmasını sağduyulu mimarlar arzu etse de, kapitalizmden de yararlanmaya başlamış muhafazakar siyasi iklimde, tevazunun çoktan kaybolmuş olduğunu kabul etmek gerek. Bu nedenle yeni yapılmak istenen camileri mimari açıdan tartışırken mütevazilik argümanı yararsız bir araç. Günümüzün zenginleşmiş muhafazakar toplum yapısının ve siyasi iktidarın ihtiyacı olan anıtlarına cevap verecek mimarlığı bu çekişmelerle çözmek imkansız. Mesele anıtsal bir tevazu ise biraz Louis Kahn’dan, ruhani bir atmosfer ise biraz Peter Zumthor’dan bahsetmeden; budist ve hint tapınaklarına, eski ve yeni kiliselere bakmadan sadece Osmanlı ve Selçuklu’ya sırt dayayarak bu cami mimarisi konusunda bir adım bile ilerlemek mümkün değil. Neredeyse bir asır boyunca harcanan onca para ve emeğe karşın bugün üstünde mimari açıdan konuşmaya değer bir ibadet yapısının bu coğrafyada hala üretilememiş olması siyasal ortamın yarattığı kültürel üretimin ne kadar zavallı ve fakir olduğunun göstergesi.

Günümüzün muhafazakar kesimi modernleşmenin kültürel ürünleri ile hiç barışık olamadığı için, kendilerini daha rahat hissetikleri neo-klasik Osmanlı veya Selçuklu replikalarına ve geleneksel el sanatlarına sığınıyorlar. Hemen bu caminin karşısında inşa edilecek finans merkezini bile hiç ilgisi yokken Topkapı Sarayı’na bağlamak, bildiğiniz gökdelenlere Osmanlı-Selçuklu gökdeleni demenin ardında da bu motivasyon yatıyor. Bu siyasal bir tercih ve toplumun büyük kesiminin bireysel estetik tercihleri ile de örtüşüyor, iki taraflı olarak üreyen ve gelişen bir ilişki bu. Ancak demokratik bir cumhuriyetin Başbakanın yerleşik siyasi teamülleri ve mekanizmaları önemsemeden, uzlaşmacı bir yöntemden çok dikte edici bir tavırla bizzat bu anıtsal camilere yer göstermesi, propaganda aracı olarak kullanması, mimarlarını kendinin seçmesi, devletin kaynaklarını bu anıtların inşaası için kullanması muhafazakar kesimin bile tepki duymaya başladığı esas tartışılması gereken büyük bir sorun.

Başta Cuma günü açılan Ataşehir’deki dev cami olmak üzere, Taksim ve Çamlıca için düşünülen anıtsal camiler, sadece nicelikle övünülülen ama niteliksiz TOKİ üretimleri, Taksim’deki eski kışlayı diriltme ısrarı, Trakya’yı ikinci boğaz ile yarma fikri gibi coğrafi müdahale ölçeğindeki çılgın(!) projelerin sembolize ettiği başka bir gerçek var. “İhtişamlı Yapı Sendromu” olarak da adlandırılabilecek bu psikolojik durumun iddası şu: İktidar sahipleri mimarlıkla bu denli yakından ilgilenmeye başladıklarında zaten ulaşabilecekleri zirveye gelmiş oluyorlar çoğu kez. Belki de biraz içgüdü, biraz egolarının yönlendirmesi ile artık yavaş yavaş görünürden kaybolmadan önce itibarlarını gösterecek haşmetli yapılar dikme hevesine kapılıyorlar. Ama çoğu kez bu keyfi süremeden krallar, diktatörler, hükümetler ve hatta şirketler tarih kitaplarında bir başlık, diktikleri yapılar da iktidardan inen bir basamak, kimi zaman bir anıt mezar oluveriyorlar. Dolayısı ile Ataşehir’deki gibi anıtsal camiler, kışlalar, kanallar ve benzer bir sürü dev(!) AKP projesi artık gitmekte olan siyasal iktidarın ve belki de yaklaşan yeni bir mimarinin ayak izleri.