NOTOS: Gezi Parkı niçin birdenbire bu kadar büyük bir direnişe ve toplumsal bir patlamaya neden oldu? Önemi neydi?
Ömer Kanıpak: Gezi Parkı’nın yerine ne için kullanılacağı bilinmeyen bir bina yapmaya çalışmak, iktidarın gündelik hayatı kontrol etme baskısı sonucu toplumda biriken tepkinin patlamasına yol açan bir kıvılcım oldu. Bir başbakanın seçilmiş bir belediye başkanını gölgede bırakıp Ankara’dan İstanbul’un fiziki mekânlarına müdahalede bulunmaya çalışması demokratik geleneklere uymadığı gibi İstanbullular için de kaygı verici sonuçlar doğuruyordu. Devlet son on yılda ne yazık ki, ekonomiyi salt inşaat sektörüne dayandırarak semiren müteahhit firmalarını sürekli besleyen bir düzen kurdu. Eğitim kalitesi, sağlık sistemindeki aksaklıklar, hukuk düzeninin günden güne yıpranması, basının baskı altına alınması gibi toplumu doğrudan ilgilendiren hayati pek çok sorun dururken bina, meydan, kanal, köprü gibi suni gündem yaratacak ve aslında ihtiyacımız olmayan projelerle meşgul edildiğimizin farkına varmamız gerekiyordu. Gezi Parkı bir anlamda bu farkındalığın başlangıcı oldu.
Peki Taksim’in yayalaştırılması, Topçu Kışlası’nın yapılması ve AKM’nin yıkılması projeleri niçin yanlıştı?
Yayalaştırma projesi araçların daha rahat hareketini amaçlayan bir projeydi aslında. Belediyenin sunduğu proje filmine bakarsanız da kamera hareketlerinin yaya değil, sürücü gözünden çekildiğini görürsünüz. Yayalar kuşbakışı görüntülerde bomboş bir düzlükte dolaşan böcekler gibi gösterilmiştir. Salt bu temsil bile gerçek niyeti göstermeye yetiyor. Mimarlık ve şehircilik açısından da son derece yanlış ve sakıncalı bir proje.
Topçu Kışlası ise toplumsal hafızada yer etmiş önemli bir yapı değil. Onu hatırlayan bir neslin çağında değiliz. Oysa kışla yerine yapılmış Gezi Parkı, tasarlanıp uygulandığı dönemden bu yana Taksim civarındaki tek yeşil ve boş alan olarak tüm İstanbulluların hizmetinde olan bir mekân. Bu açık alanı ne için kullanılacağı belli olmayan zombi bir binayla yok etmeye kalkmak hiçbir mantığın açıklayabildiği bir şey değil.
Öte yandan, çok yakın bir zamana dek İstanbulluların tek opera ve kültür sarayı olan AKM hâlâ pek çok İstanbullu için fazlasıyla anlam taşıyan bir bina. Bunu yok etmeye çalışmaksa aslında bu toplumsal hafızayı silmeye çalışmakla eşdeğer. AKP hükümeti yeniden yapım sürecini yavaşlatıp İstanbulluları opera, konser ve bale gibi klasik sanatlardan kopartmaya çalışarak AKM’nin bu hafızasını silmeye niyetli. Gezi Direnişi’ni gerçekleştiren neslin büyük bir kısmının AKM’de herhangi bir konseri izleyememiş olması çok üzücü.
Şu anda AKM binası içi boş bir kabuk olsa bile, yapıldığı dönemin mimari kalitesini çok iyi yansıtan ve aslında bugünün gösteriş ve ego merakıyla şekillenen mimarlık atmosferinde, nötr kimliği, sakin ve vakur duruşuyla başlı başına bir değer. Bu tarafsız kimliğin yüklenebileceği potansiyel anlamların ne kadar zengin olabileceğini direniş esnasında birbirleriyle karşıt olduğunu bildiğimiz pek çok siyasi fikrin posterlerini AKM cephesinde yan yana gördüğümüzde anlamış olmamız gerek. AKM kendi başına bir “duranadam”dır aslında ve AKP bu yüzden onu devirmek istiyor.
Peki bu hükümet niçin bu yanlışta ısrar etti?
AKP hükümeti yanlıştan geri adım atabilen, özür dileyebilen bir hükümet değil. Bu karakter, yanlışın ısrarla dayatılmasına neden oldu. AKP’nin on senelik icraatlarında görüntünün içerikten daha mühim olduğunu görebilirsiniz. Türkiye’nin bir şirket gibi yönetilmesi ve pazarlanması söz konusu. Bu pazarlamada en kolay araç cazip görüntüler yaratmak. Kimin nasıl kullanacağını bilmeden gösterişli binalar dikmeye çalışmak bu politikanın ürünü. Çamlıca’ya yapılmak istenen cami, Topçu Kışlası, Ataşehir’de otoyolun kenarına dikilen kopya cami… AKP bana göre John Urry’nin tariflediği “turist bakışı” ile kentleri yeniden şekillendirmekte. Bu çok ilginç ve bir o kadar da kendileri açısından yerinde bir karar belki. Çünkü AKP hükümetinin hiçbir üyesini ve İstanbul belediye başkanını sokakta yürürken görmeyiz. Makam odası ile makam arabası arasında sıkışmış bir yönetici için kentin yaya kotundaki niteliği değil, uzaktan nasıl göründüğü ve ekranda nasıl duracağı daha önemli. Ne yazık ki AKP’nin peşine düştüğü görüntü, çağımızda pek de itibarlı bir görüntü değil ve bir yandan AB kriterlerine göre davranırken bu görüntüyü inşa etmeye çalışmak büyük bir çelişki yaratıyor.
Şehirlerde ortak alanlar nasıl kullanılmalı? Gelip geçici olan hükümetlerin ortak alanlar üstünde tasarrufu olabilir mi?
Ortak alanların kullanılmasına dair bir reçete yok. Halk nasıl isterse öyle kullanır. Bugüne dek türlü yasaklarla ve kasıtlı ihmallerle halkın kullanımının engellendiği Gezi Parkı’nın halk tarafından yeniden keşfedilmesiyle artık kamusal mekânların kullanımı konusunda Türkiye’de yeni bir devreye girdik. Hükümetlerin fiziksel mekânlar konusunda elbette görüş ve niyetleri olabilir. Esas sorun, niyetlerin şeffaf ve müdahalelerin halkın katılımı olmadan yapılmasında.
Şehirlerin ortak alanlarına, parklarına valiler mi karışır, belediye başkanları mı? Ya da kimler?
Elbette seçilmiş kamu yöneticileri olan belediye başkanlarının sorumluluğundadır bu tür kamusal mekânların niteliğini korumak ve kollamak. İstanbul’da valinin sürekli ekranlarda görünmesi ve belediye başkanının ortalarda olmaması sıra dışı ve oldukça üzücü bir durum. İstanbul halkının kendilerinin seçtiği bir belediye başkanının Ankara’daki başbakan ve onun tarafından atanmış valinin gölgesinde kalmasını seçim zamanı unutabileceğini zannetmem.
Peki Gezi-Taksim Direnişi’nden sonra İstanbul’un yeşil alanlarının ve ortak alanlarının güvence altına alındığı söylenebilir mi?
Türkiye’de herhangi bir hakkın güvence altında olduğunu iddia etmek çok zor. Umarız o günler de gelir ama yakın değil korkarım. Yine de “Gezi” bir milattır. Devletin sivil inisiyatifin gücünü hatırlaması açısından bir milat olduğu gibi sivil inisiyatifin de kendi gücünün farkında olması açısından bir milattır. Bu gücün tekrar uysallaştırılması uzun ve zahmetli bir süreç olur devlet için. O yüzden kamusal alanların ve kentlerin fiziki şekillenmesine neden olan projelerin kararlarında devlet artık eskisi kadar fütursuz davranamayacaktır. Gezi Parkı olayları yaşam alanlarının niteliği konusunda duyarlı kent sakinlerinin devam etmesi gereken uzun soluklu bir mücadelenin başlangıcıdır.
Bu röportaj NOTOS dergisi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.