Kirli Kent

Kentlerin büyüyüp gelişmesinde baş aktör olan, kucak açılan ve ekmeği yenen endüstri alanları, bir süre sonra ortadan kaldırılması gereken paslı bir hurda yığınları, temizlenmesi şart kirli bölgeler olarak görülür. Tüm dünyadaki gibi İstanbul’da da benzer bir dönüşüm yaşandı ve yaşanıyor: Küçük veya orta ölçekli üretimlerin yapıldığı az katlı endüstriyel bölgeler “rezidans”ların, alışveriş merkezlerinin gözünü diktiği alanlar oldu. Atölyeler kent dışındaki organize sanayi bölgelerine itildi. Küçük işletmeler büyümeye zorlandı. İstanbul’da da hatırı sayılı miktarda bulunan küçük ve orta ölçekli endüstriyel üretime dair tüm izler silindi, son kalanlar da silinmek üzere. Kazlıçeşme’de bir zamanlar deri fabrikaları olduğunu gösteren bir iki bacadan başka bir şey kalmadı. Yedikule başta olmak üzere Gazhaneler söküldü, kalanlar da çürümekte. Haliç kıyıları kazınarak temizlendi, tekinsiz boşluklar ve anlamsız yeşil alanlar yapıldı. Bu boşluğu anlamlandırmak için şimdi yunuslarla dolu havuzlara ya da maketlerle süslenmiş parklara ihtiyaç var. Mühim toplantılar için yapılan kongre merkezinin bir zamanlar kentin en önemli mezbahası olduğunu anımsatabilecek patinasından ve formundan hiç bir iz kalmadı, hepsi parlak granitlerle kaplandı. Fabrikalarla dolu Kağıthane ve Cendere vadisi şimdi prestij ve statünün pazarlanacağı yeni rantların baskısı altında. Şanslı sayılabilecek Haliç’teki elektrik santralı ve tütün fabrikası ise üniversitelere dönüştü de kurtuldu.

Sadece üretim yapılan endüstri bölgeleri değil, mevcut yapı stoğunun içinde kendilerine yer bulmuş küçük üreticilerin ve endüstri ürünlerinin ticaret alanları da değişim baskısı altında. Perşembe Pazarı ve Şişhane esnafı direnmekte, ancak ne kadar süre için? Zeytinburnu, Süleymaniye gibi alanlar çoktan endüstriden arındırıldı bile. Yakında Dolapdere, Ümraniye, Cevizlibağ gibi kent içinde artık değerli hale gelen yerlerdeki pek çok küçük atölye ve sanayi sitesi de arsalarını rezidans, otel ve ofis bloklarına devredecek. Tüm bu dönüşümün ardında daha çok konut üretimi ve turistler için daha çok yatak odasına yer açma kaygısı var.

Bir yandan da kent yönetimi göz önünden kaldıramadığı endüstriyel nitelikteki yapıları veya altyapıya dair her şeyi kamufle etmekle meşgul. Bir zamanlar Seyfi Arkan dahil, dönemin en önemli mimarlarına tasarlatılmış olan endüstriyel elektrik trafoları son on yılda Türk Evi kılıfları giydi, ucuz ve niteliksiz duvar resimleri ile boyandı. Sevim Bayraktar’ın “trafolar” fotoğraf çalışmaları bu ironiyi tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor örneğin. İstinat duvarlarına, aydınlatma direklerine anlamsız çiçek saksıları asılmakta. Üst geçitler reklamlarla kaplanmakta; kimi durumlarda kubbelerle, kemerlerle “kimlikli” hale getirilmekte. Mühendisliğin, teknolojinin dolaysız estetiğini bir zamanlar modernleşmenin ve ilerlemenin göstergesi olarak benimsemiş bir toplum artık endüstriye ve onun her türlü türevine farklı bir gözle bakıyor. Bir kenti kent yapan en önemli unsur olan altyapının görünür tüm unsurları gözden uzaklaştırılacak şekilde süsleniyor ya da kaplanıyor. Gözden uzaklaştırılamayan daha büyük endüstriyel alanlar ve yapılar ise rezidanslara ve otellere yer açmak için dozerlerin haşin kollarını bekliyor. Sonunda pırıl pırıl, hijyenik ancak patinasından ve hatıralarından yoksun donuk bir kente doğru evriliyor İstanbul.

İstanbul’un endüstri ile olan çetrefilli ilişkisi ne zaman aşktan nefrete dönüştü? Organize sanayi bölgeleri kentin organizasyonunu ne kadar etkiliyor? Endüstri bölgelerinin, sanayi sitelerinin, üretim atölyelerinin kente verdikleri ve aldıkları ne idi, şimdi ne olacak? Üretimin kentten uzaklaşması ile kentten kaybolan zanaatkarlık giderken başka neler götürüyor, boşluğunu ne dolduruyor? Eskiyen endüstri yapılarının kültür endüstrisinin hizmetine verilmesi tek çare mi?

* 1.Istanbul Tasarım Bienali kapsamında yayınlanan New City Reader duvar gazetesinin “Endüstri” temalı sayısı için giriş metni.