Verimliliğin kutsallaştığı bir çağda binalar da adeta bir İsviçre çakısı gibi çok işlevli artık. Ama esas işlev çoktan unutulmuş gibi. Marketlere dönen benzin istasyonlarında benzin satılmasa kimse umursamayacak nerdeyse. Motor yağları ve antifrizler, çikolata ve pelüş oyuncakların arkasında kalmış çoktan. Eczanelerin rafları ilaç değil, kepek şampuanları, selülit kremleri ve ortopedik terliklerle dolu; ilaçlar çekmecelerden veya arkadaki depodan çıkıyor. Artık sinemada film izlemek için önce x-ray kapısından ötmeden geçmeniz gerek. Sonrasında haftalık erzakları ile dolu süpermarket arabalarına yaslanmış bezgin anne babaların ve jetonla çalışan fiberglas atların üstünde sallanan çocuklarının arasından ustaca sıyrılmanız lazım. Ardından şeker, sosis ve ucuz takılarla dolu büfelerin ve ayakkabı ve giysi dolu onlarca vitrinin önünden geçip sinema salonuna sizi taşıyacak yürüyen merdivenleri bulmanız gerek. Sokaktan düzayak bilet gişesine sonra da fuayesine ve o huzurlu karanlık içinde başka dünyalara uzanabileceğiniz “sinema binaları” yok artık. Film öncesinde maruz kaldığınız 20 dakikalık reklam kuşağından hiç bahsetmeyelim bile.
Hayatın içindeki birbiri ile ilgisiz ne kadar şey varsa katlanarak üst üste getirilmekte. Modernizmin kompartmanlara böldüğü gündelik hayat ve düşünce biçiminin sonucu olarak ortaya çıkan fazlası ile katı zaman/mekan anlayışının sonucu tek işlevli yapılardan vazgeçilirken bu sefer sarkacın ucu en ilgisiz işlevlerin birbiri içine geçtiği mekanlara doğru salınmakta. Çeşitliliğin, esnekliğin, özgürlüğün, polikronik yaşam düzeninin benimsendiği bu çağda beklenen bir gelişme belki ama mimarlık buna yeterince ayak uydurabiliyor mu acaba? Karma fonksiyonlu (mixed use) binalar bu ayak uydurma çabasının bir sonucu mu yoksa sadece bir yanılsama mı?
Karma fonksiyonlu yapılar yeni bir icat gibi görünse de aslında endüstri devriminden önce yapılar birden çok işlevi barındırıyordu zaten. Örneğin Amsterdam’ın tipik kanal konutlarında zemin katlarda ticaret, üst katlarda tacirlerin evleri, onun üstünde de sattıkları malların depoları bulunmaktaydı. Tüm kıta Avrupa’sında ekonomik ve teknolojik koşullar nedeni ile tek fonksiyonlu yapılar sadece yönetim ve dini yapılarla sınırlı idi. Endüstri devriminden önce insanların yürüme mesafeleri ve kısıtlı nakliye imkanları nedeni ile kentler yüksek yoğunluklu ve karma fonksiyonlu karakterde idi. Demiryolunun gelişmesi ve üretim alanlarının konut alanlarından uzaklaştırılması ile kent planlaması işlev odaklı planlamaya dönüştü. İngiltere’de 19yy sonunda başlayan Bahçe Şehir (garden city) hareketi, sonraları Le Corbusier’in Plan Voisin veya Ville Radieuse planları kent planlamasında kompartmanlaşma anlayışın en bilinen örneklerinden sayılır. Kirli endüstri bölgelerini yaşam alanlarından ayırmak mantıklı görünse de kent içinde ulaşım sürelerinin ve dolayısı ile trafiğin artmasına neden olduğu için halen uğraştığımız sorunlar ortaya çıktı. Gitgide yoğunlaşan ve kirlenen kent merkezlerine çözüm olarak önerilen banliyöler ise sorunların katlanmasına neden oldu ve 20yy sonlarına doğru tekrar karma fonksiyonlu planlama anlayışının avantajları tartışılarak uygulanmaya başlandı. Kent planlamasında fonksiyonların bir arada tutulmasının nimetlerinin farkına varılırken aynı nimetlerden büyük ölçekli yapıların da yararlanabileceği fark edilerek konut, turizm, ticaret ve ofis fonksiyonları yapı ölçeğinde de bir araya getirilmeye başlandı.
Öte yandan Türkiye’de hiç bir zaman kentler işlevlerin ayrıştırılması gözetilerek planlanamadılar, planlansalar bile politik basiretsizlik ve ekonomik nedenlerle öngörüldüğü gibi gelişmediler. Bir anlamda batı şehircilik anlayışının bir yüz yıl sonra tur bindirdiği noktada olan Türkiye’deki kentler şu anda zaten çok işlevli bir planlama anlayışının sonucunda ortaya çıkmış gibi çalışmakta. Yapılar da bu ortama uyum sağlamış durumda ve bunun hem eksileri hem artıları var. Biraz bu niyetle baktığımızda aslında binaların planlandığı gibi değil akla gelmeyen başka şeyler için daha bile iyi çalıştığını fark edebiliriz. Örneğin Levent’te, Harbiye’de, Mecidiyeköy’de, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de zamanında türlü ailenin en özel anlarına kucak açmış binlerce apartman dairesinin bir kısmında şu an ayakkabıları ile dolaşan iş adamları sözleşmeler imzalıyor, bir kısmında doktorlar hastalarının dişlerini oyuyor. En sefil durumdaki demir atölyeleri lüks butiklere, bir zamanlar şerit testere ile inleyen marangozhaneler şarap kadehlerinin ve kahkahaların çınladığı yerlere dönüşüveriyor. Depo niyetine yapılmış hanlar bir kaç yüzyıl kuyumcu atölyesi olmuşken şimdi lüks butik otellere dönüştürülmekte. Makaraların döndüğü tekstil atölyelerine veya farelerin cirit attığı tahıl ambarlarına kurulmuş reklam ajanslarındaki metin yazarları şimdi kelimelere takla attırıyor. Modernizmin mottosu olan fonksiyonu takip eden formun pek de gerçek olmadığını tecrübe ediyoruz hep birlikte.
Üretilmiş bunca bina mimarlarının hayal ettiğinden çok farklı hislere ve işlevlere ev sahipliği yapabiliyorken çoğu mimar hala “mekanların kralı” edasında dolanıyor. En içten dualar camiler yerine hastanelerde; en samimi öpüşmeler düğün salonları yerine havalimanlarında yapılıyorsa fonksiyon odaklı mekânsal tasarım anlayışını masaya yatırmak gerek. En başarılı yerler aklımıza estiğini yapmamıza izin veren; nasıl yürüyeceğimizi, nereye oturacağımızı dikte etmeyen mekanlar aslında. Sizin için tasarlanmış ve üretilmiş bir bankta oturmak yerine alçak bir duvarda daha rahat edebiliyorsunuz çoğu kez. Klişelere dönüşmüş tasarım anlayışının sonucunda neden banyolarımız gün ışığından yoksun, mutfaklarımız küçük; neden herkesin salonu sokağa, yatak odası arkaya bakmak zorunda diye sormak aklımıza gelmiyor bile. Tefrişli planlarla satılmaya çalışılan evler bize biçilen dar ceketler gibi. “Uyumak için bu köşe, yemek yemek için şu köşeyi kullanın lütfen”, “misafiriniz burada oturacak, siz televizyonunuzu buraya koyacaksınız”, “siz küçük hanım, büyüyüp evden ayrılana dek hep karşınızdaki şu perdeleri her daim kapalı küçük pencere ile bakışacaksınız, ne yazık ki odanız başka türlü bir yerleşime izin vermiyor.”
Özgürlüğün en önemli kıymet olduğu bu zamanlarda mekanların katı ve bükülmez olması fazlası ile uzun sürdü. Teknoloji olarak yapı üretimi oldukça arkaik, hala duvar örüyoruz. Her yıl çıkan binlerce yeni malzeme ve detaya rağmen mekanları oluşturduğumuz duvarlar için bulunabilmiş en esnek çözüm alçı pano duvarlar. Konutlar için ise nedense tuğla ve gaz beton bloklardan bir türlü vazgeçilmiyor. Mekanlarda ihtiyacımız olan esneklik ve değiştirme özgürlüğümüz tesisat şaftları ile sınırlı. Oysa yaklaşık bir asırlık bir geçmişi olsa da otomobil teknolojisi kişiselleştirme konusunda çok yol aldı. Örneğin BMW’nin GINA konseptinde araçların kabuğu ihtiyaca göre şekil değiştirebilen esnek bir zardan ibaret. Yapı teknolojisinin bu isteklere cevap vermesi daha zaman alacak gibi. Bu nedenle en azından mekânsal tasarım yapan mimarların farklı işlevlere uyarlanabilecek bir tasarım anlayışını benimsemesi gerek. Fonksiyon odaklı mekan tasarımından ziyade farklı hislerin ve işlevlerin gerçekleşebileceği nötr ortamları yaratmaya odaklanmak esas amaç olmalı. Pahalı sistemlerle “yeşil” binalar değil uzun ömürlü ve bu ömür boyunca çok farklı fonksiyonlara ev sahipliği yapabilecek yapılar yapmak çok daha çevreci bir yaklaşım olurdu. Elbette bu anlayışın hala tam anlamı ile fonksiyon-form takıntısından kurtulamamış mimarlık eğitiminde de yer bulması iyi olur.
* Bu yazı İstanbul Art News Nisan 2014 sayısında yayınlanmıştır.