
Kullandığımız 0.5, 0.7 diye anılan, insanı kalem sivriltme derdinden kurtaran mekanik kurşun kalemlerin bir ülkenin estetik algısının değişmesinde büyük rolü olduğunu biliyor muydunuz? İlk patenti 1822’de İngiltere’de alınmış olsa da ticari olarak başarılı ilk mekanik kurşun kalem Japonya’da 1915’te kurulan Sharp firması tarafından üretilmişti. Lakin ince kurşun uçların üretimindeki sıkıntı 1970’lere kadar çözülemedi. Polimer ile daha az kırılgan uçlar üretmeyi beceren Pentel firması sayesinde önce 0.9’lar, ardından 0.7 ve 0.5’ler başta Japonlar sonra da tüm dünyadaki eli kalem tutanların gözdesi oldu. 1980’lere geldiğimizde gerek mekanik kurşun kalemler gerekse uçları çok ucuza tüm dünyadaki okul ve ofislerde idi. Peki kurşun kalem gibi basit bir icat Japonya’nın estetik algısını nasıl değiştirmiş olabilir?
Japonya dünyanın en tuhaf kültürlerini bir arada bulunduran ilginç bir ülke. Farklı dönemlerindeki kültürel üretimlerini tek bir paranteze almak mümkün değil. Zen felsefesi ve Shinto dininin prensiplerine uygun vakur, sakin, alçakgönüllü, doğayla uyumlu, rafine güzelliği tanımlayan Wabi-Sabi, Miyabi veya Iki gibi estetik yaklaşımları bizim ilk aklımıza gelen görüntüyü anlatan terimler: Bir kiraz ağacı altında sakince zen bahçesini düzelten, minimal ahşap evlerde tatami üstünde kimonoları ve beyaz çorapları ile oturup kararmış ahşap taslardan sessizce çay içen yaşlı Japonlar mesela. Oysa bir de çılgınca renkli ve karmaşık bir Japon estetiği var artık. 1980’lerden sonra hızla popüler hale gelen şirinliğin kutsallaştırıldığı Kawaii estetiği 30 yılı aşkın bir şekilde ülkeyi etkisi altına almış durumda.

Kawaii nedir? Bunu tariflemek zor. Pikachu veya Hello Kitty, Kawaii için verilebilecek en iyi örnekler belki. Çocuksuluk, hatta bebeksi davranışlar, şirin olma kaygısı, kırılgan narin bir görüntü, canlı ve kontrast renkler, gülen suratlar, kurdeleler, kalpler, aşırı şirinleştirilmiş hayvanlar, özetle herşeyin maskotlaşması. Kelime anlamı ile kawaii şirin, çocukça sevimli (İngilizcesi cute) olarak çevriliyor. Sokaklarda Victoria dönemi İngiliz kıyafetlerine ayıcıklar, gülen suratlar dikip dantelli şemsiyeler, pembe kurdeleler içinde dolaşan Sweet Lolita’lar veya anime karakterleri gibi görünmek için gözleri büyüten lensler takan maskot kızların yeterince şirin olabilmesi için inanılmaz bir estetik endüstrisi yaratılmış durumda.

İlk okul çocuklarının, Bento denen sefertasları içindeki pirinç, az biraz balık ve sebzeden oluşan günlük yemekleri de Kawaii akımından nasiplenmekte. Pirinçten pandalar veya havuç dilimlerinden minik tavşancıklar yapıp çocuklarını okulda zevkten dört köşe etmek isteyen hırslı anneler bu gösteri savaşında galip olabilmek için akın akın Bento düzenleme kurslarına gitmekte.
Dışarıdan bakıldığında marjinal gibi duran Kawaii akımı ulusal ölçekte neredeyse 20 senede milli bir karaktere bürünmüş. Öyle ki, Japon Havayolları Nippon son 15 sene içinde 10 Boeing yolcu uçağını Pokemon karakterleri ile boyadı. Pokemon Jet’leri olarak anılan bu uçaklarda tahmin edersiniz ki hostesler Pikachu kıyafetleri giymekte, servis tepsileri, yastıklar, koltuk örtüleri gibi yolcularla temas eden her şey Pokemon’un “şirinliği” ile kaplanmış durumda. Japonya’nın meşhur hızlı trenlerinden bir kaçı da Kawaii estetiğinden nasip alarak Hello Kitty, Pokemon gibi türlü şirinlik muskalarının görüntüleri ile süslendi.
Sadece bu karakterlerle süslenmiş taşıtlar değil, gökkuşağı renklerinde kalplerle süslü çöp kutuları, 45lik plak büyüklüğünde gözleri olan kedilerle kaplanmış büfeler, dev pembe tavşanlardan oluşan inşaat bariyerleri de Japonların Kawaii estetiğinin ürünlerinden. Bugün neredeyse tüm Japon belediyelerinin, pek çok kamu kurumunun hatta polisin her fırsatta kullandıkları kurumsal şirin maskotları var. Artık Japonya’da yüzü olmayan hiç bir şey makbul değil gibi. Bulaşık süngerlerinden dondurma toplarına dek aklınıza gelebilecek her şeyin üstünde iki göz bir burun var. Cep telefonu, ipad veya bilgisayar gibi kişiselleştirmeye müsait eşyaların yanı sıra saç, makyaj, aksesuar ve kıyafet çeşitliliğini anlatmaya herhalde kelimeler yetmez.

Peki bu çılgınlık nasıl ortaya çıktı? Elbette bazı sosyal şartlar oluşmadan toplumsal bir değişim mümkün değil ancak bu popüler estetik akımın kökenlerine dair genel kabul gören şöyle bir iddia var: Bu iddiaya göre Kawaii’nin hikayesi 1970’lerin ortalarında ilk ve orta okullardaki çoğunlukla kız öğrencilerin yazıya müdahalesi ile başlıyor.[1] Fırça uçlu veya dolmakalemle yazılmaya müsait çizgi kalınlığı değişken, geleneksel Japon yazım şekli, yazının başında anlattığım mekanik kurşun kalemlerin kullanılmaya başlanması ile değişiyor. Daha ince uç sayesinde harfleri daha yuvarlak ve içi boş yapmaya başlayan öğrenciler satırların arasına kalpler, gözler, kelebekler çizerek yazıya okunması daha zor ama daha şirin görünen ikonografik karakterler eklemeye başlıyor. Başta aile ve öğretmenlerin şiddetli direnci ile karşılaşılan bu eğilim çocuklar ve ergenler arasında o kadar hızlı yayılıyor ki serbest piyasa bu şirinlik yatkınlığını çılgın bir pazara dönüştürmekte hiç gecikmiyor.
Başka kültürlerdekiler için çoğunlukla psikadelik ve kithsch algılar yaratabilecek, hele İskandinavların retinalarını yakabilecek kadar görsel karmaşadan oluşan ama anlamsal hiç bir derinliği olmayan Kawaii estetik kültürüne Japonlar bugün tonlarca yen akıtsa da bunu bir ihraç ürünü haline de getirmiş durumdalar. Örneğin kısa zaman önce İstanbul Bağdat Caddesi’nde de bir dükkanı açılan, ağzı olmayan bir kedi çiziminden oluşan Hello Kitty markasının sahibi Sanrio’nun yıllık satışları 1 milyar dolara yaklaşmakta. Kawaii tarzı müzik, anime, bilgisayar oyunu ve film endüstrisinin Japon ekonomisine katkısı da hesaplanamaz boyutta.
Tüketici ürünlerini sarıp sarmalayan bu popüler estetik akım daha profesyonel tasarım disiplinlerinde pek itibar görmüyor. Henüz Japonlar Kawaii tarzını mimarlığa bulaştırabilmiş değiller. Dünyada en nitelikli ve rafine mimarlık ürünlerini hala Japonlar üretiyor.

Ama Japonların bu eksikliğini Türk Belediyeciliği gidermek üzere. Her kentin, kasabanın ana kavşağında bitiveren kavun, ayva, üzüm, ayran veya köfte heykellerini gözünüzün önüne getirin. Evet, bal ve kaşar peyniri heykeli için ihale açılan bir ülke burası. Maskot ve logo konusunda bile Japonlarla bir yarışa girmek üzereyiz. Ankara’nın gedikli belediye başkanı Melih Gökçek, kente maskot kazandırmak için seymen kıyafeti giydirilmiş kedi maskotları ile misket oynadı mesela televizyonda. Aynı başkan kente giren beş ana yol üstünde çelik konstrüksiyon üstü türlü desenlerle kaplı “kent kapıları” yapmaya başladığında az çok tasarım eğitimi almış herkes “yok artık” dedi. Her kavşakta dikilen birbirinden berbat, eklektik desen ve dokularla bezeli saat kuleleri de maalesef Ankara’da.

Öte yandan illa barok olsun diye 14 milyonluk bir metropolün tek opera binası yıktırıldı, barok bina nasıl bir şey daha kimse anlatamaz iken. Osmanlı mirası kılıfı giymiş zombi bir kışlayı AVM diye hortlatmak isteyen iktidar yüzünden kentin göbeğindeki parktan oluyorduk az kalsın. Öte yandan yurdun dört bir yanında Osmanlı-Selçuklu kırması adliyeler, okullar, karakollar, bakanlık binaları, toplu konutlar hatta trafo binaları serpiliverdi sonra on beş yılda. Devlet böyle seviyor diye oteller, özel hastaneler, koskoca gökdelen ofis binaları Selçuklu-Osmanlı motifleri giydiler üstlerine. Daha bir kimlikli(!) olduk son 10 senede. Osmanlı-Selçuklu çılgınlığını fark eden yabancı mimarlar ister dev bir havalimanı isterse basit bir ofis binası olsun, “madem Türkler böyle seviyor” diyerek kubbeler, kemerler, altıgen yıldızlar, hilaller, laleler, çeşm-i bülbül ve çintemani motifleri ile haşır neşir olmaya başladılar.

Osmanlı-Selçuklu tabir edilen bu yeni yapıştırma tarz Türkiye’nin Kawaii’si olmaya aday mı acaba? Hep bir güçlü imparatorluk özleminin yansımaları olarak anlatmaya meyilliyiz bu Neo-Osmanlı hayranlığını ama belediyelerin özellikle peyzaj niyetine yaptığı naif şekilleri salt böyle bir tezle açıklamak da mümkün değil.



Karayollarının kenarlarındaki duvarlara türlü desenler oluşturacak şekilde çiçeklerden tablolar yapan; refüjleri ve yamaçları yine mevsimlik çiçeklerle Kızkulesi, İstanbul silueti, dev lale motifleri ya da el ele koşan insan figürleri ile süsleyen; geceleri bunları türlü renkte ışıklarla aydınlatan belediyelerden bahsediyoruz. Göztepe parkına milyonlarca harcayarak ancak kuşların ve pilotların görebileceği barok desenler yapmanın Osmanlı-Selçuklu tezi ile pek alakası yok. Kullanım değil görünüm önemli.

Çok uzun yıllardır kaplama üzerine kurulmuş bir imar anlayışımız var örneğin. Evlerimizden kentlerimize her ölçekte kötü bulduğumuz her yüzeyi kaplayarak düzeltmeye, güzelleştirmeye çalışıyoruz. İnşaat sektörümüzdeki kaplama malzemelerinin kullanımı ilginç bir araştırma konusu olabilirdi. Bir duvarın sağlamlığı ve kendi malzemesinden doğan tektonik güzelliği değil, kaplandığında takındığı görüntü önemli Türk kültüründe artık. O yüzden berbat istinat duvarlarını pahalı dikey bahçelerle kapatmaya ya da salt kaplamadan oluşan taç kapılar yapmaya çalışıyor belediyeler. Refüjler, yol kenarları çiçeklerle çizilmiş sempatik figürlerle süsleniyor bir kaç yıldır. Hem pahalı hem de dayanıklı olmayan emek ve para israfına dayalı yüzeysel bir güzellik anlayışı bu. Plastikten yapılmış yöreye özgü ürünler kimlik vesikaları niyetine kavşaklara dikiliyor senelerdir. Kamu binaları, okullar sahte kemer ve kubbelerle bezeniyor. Etraflıca anlamamız gereken görmezden gelinemeyecek süse dayalı kapsamlı bir estetik değişim geçiriyor Türkiye.


Bunun kökeninde ne olduğunu araştırmak sosyologlara, psikologlara ve sanat ve mimarlık tarihçilerine düşer ve çok da ilginç bir konu olabilir. İlkokul defterlerinde her sayfaya kenar süsü yapmış, her kitabını desenli kağıtlarla kaplamış bir neslin büyüyüp yönetici, belediye başkanı olduktan sonra bile arkasında halledemediği meselelerin, ergenliğini tamamlayamamış bir zihniyetin tezahürü olabilir mi bu şirinlik icraatları acaba? Bu yüzden mi dantel desenli refüjler, kaplama kağıdından hediye paketi gibi binalar ve sehpalardaki biblolar misali heykellerle dolu şehirlerde yaşıyoruz? Yoksa hepsi bir oyun alanı gibi idare edilen bu kentlerde hepimiz idarecilerin oyuncakları mıyız?
Bu yazı İstanbul Art News Mayıs 2014 Sayısında yayınlanmıştır.