Finlandiya Büyükelçiliğinin davetlisi olarak geçtiğimiz ay başında Helsinki Tasarım Haftası etkinliği için kuzeyin muhteşem coğrafyasının huzurlu şehrini bir kez daha ziyaret etme şansım oldu.
Açıkçası daha önce İstanbul ve başka kentlerdeki “tasarım haftaları” genellikle irili ufaklı hayal kırıklıkları yarattığı için, Helsinki’ye de giderken beklentilerimi fazla yüksek tutmamaya çalıştım. Tasarım çok genel bir terim ve bu parantez içine her tür ürün, hizmet ve etkinliği doldurmak mümkün. Ancak 10. yılını bu sene kutlayan Helsinki Tasarım Haftası bu endişeleri bırakabileceğiniz olgunluğa gelmiş, 100’den fazla farklı kurum ile birlikte düzenlenen 150’den fazla etkinliği ile sizi hem görsel hem de akademik olarak tatmin edecek bir organizasyon.
Benimle birlikte Japonya, İngiltere, İskoçya, İzlanda, Hollanda, Rusya gibi çeşitli ülkelerden gelen tasarım dünyası yazar çizerlerinin yanı sıra grupta bazı şehirlerdeki tasarım ve çağdaş sanatlar müzelerinin küratörleri de bulunmaktaydı. Her anı dolu ve zengin bir şekilde hazırlanmış programla ağırlanan bu grubun ilk katıldığı etkinlik, tasarımın anlamlandırılabilmesi için küratörlüğün mekanizmalarının tartışıldığı “tasarım küratörlüğü” paneli idi.
Tasarım firmalarının ürünlerini sergilediği pazar alanlarının ziyareti, Microsoft ve Audi’nin tasarımcılarının katıldığı konuşmalar, eski bir gemiyi eve dönüştürmekte olan mimar bir çiftle buluşma, Marimekko fabrikası gezisi, heykeltraş ve mücevher tasarımcısı Björn Weckström’ün muhteşem galeri evini ziyaret etmenin yanı sıra beni en çok etkileyen, Tasarım Müzesi’ndeki Ilmari Tapiovaara sergisi oldu.

Ilmari Tapiovaara
Ilmari Tapiovaara, Finlandiya’da bile az bilinen ama tasarladığı ürünleri hemen hemen her evde, okulda ve ofiste bulunan bir mobilya tasarımcısı. Aalto’nun hakimiyeti altındaki Fin tasarım dünyasında ismini pek bilmiyor olmamız normal. Doğumunun 100. yılına denk gelen bu senede, Helsinki Tasarım Müzesi oldukça kapsamlı ve ilginç bir sergi ile Tapiovaara’ya hakkını teslim ediyor.
Sergi küratörlerinden Suvi Saloniemi’nin belirttiğine göre Aalto’nun kendisini konumlandırdığı yere göre Tapiovaara çok daha alçakgönüllü bir tavır takınmakta. İkinci dünya savaşı sonrası kıt kaynaklarla boğuşan Finlandiya halkı için ulaşılabilir fiyatta ve endüstriyel olarak hızla üretilebilecek mobilyaların peşinde koşan Tapiovaara’nın en çok bilinen Domus sandalyesi aslında bir öğrenci yurdu için açılan yarışmanın kazanan ürünlerinden biri. Kolay ve ucuz üretimin yanında dayanıklılığı ile de bir efsaneye dönüşen Domus sandalyesi; efektif paketleme çözümü ile savaş sonrasında yurtdışına da bol miktarda ihraç edilen Finlandiya tasarımının en önemli değerlerinden biri haline gelmiş.
Tapiovaara, her ne kadar Aalto’dan etkilense de amacı tasarım ürünlerini olabildiğince demokratikleştirmekti. Le Corbusier’in yanında stajyerliğini yapıp 1938’de yurduna döndükten sonra, Finlandiya’nın en büyük mobilya firması Askı-Avonius’ta sanat yönetmeni olarak işe başladı. Genç nüfus için kısıtlı yerlere uygun mobilyalar tasarlasa da firma bunları fazla “modern” bularak üretime geçirmedi. 1950’lere kadar tam anlamı ile bir tarım ülkesi olan Finlandiya’da bile tasarımcıların aldıkları eğitim ile gerçekler çakışmakta idi. Ancak bu Tapiovaara’ya önemli bir ders öğretti: Bir tasarımcı olarak konseptten dağıtıma kadar tüm süreci kontrol etmesi ve tasarım haklarını sonuna kadar koruması gerektiği. Bu dersin üzerine Tapiovaara daha bağımsız davranabileceği alternatifler üzerine düşünürken 1939’da Sovyetler Birliği’nin Finlandiya’yı işgal etmesi ile Kış Savaşı patladı.
Tapiovaara’ya bu savaşta düşen görev, hiçbir makina ve enerji kaynağı olmayan ormanlık arazide askerler için sığınaklar ve yaşam alanları tasarlamak oldu. Sınırsız ahşap, sadece birkaç balta, testere ve süngülerle baş başa kalmış olmasına rağmen Tapiovaara, aradığı bağımsız tasarım ortamını bulmuştu. Ürettiği barınakların yanı sıra askerlerin konforunu sağlayacak masa ve sandalyelerde edindiği tecrübeler, Tapiovaara’nın sonraki hayatında önemli bir dönüm noktası oldu.
Aynı eğitimi alan eşi Annikki ile birlikte pek çok önemli mekanın iç tasarımını üstlenen Ilmari Tapiovaara, Finnair’in görsel kimliğini ve iç mekan tasarımlarını da yapmıştı. Sadece ürettiği mobilyalar değil iç mekanda peşinde olduğu atmosferlerle de Tapiovaara’nın, çağdaş Fin tasarımının en önemli isimlerinden biri olduğu kesin. Bu kısa yazı Tapiovaara hakkında yeterli bilgi vermekten uzak ama ilgilenenler Helsinki Tasarım Müzesi’nin bastırdığı kitaptan detaylı bilgiye ulaşabilirler.
Finli tasarımcıların yaklaşımları Avrupalı meslektaşlarından biraz ayrılmakta şahsi kanaatime göre. Bireysel kimliğin öne çıktığı Avrupalı “Tasarımcı” figürü yerine zamana bağlı olmayan; trendlerden olabildiğince uzak ve evrensel olarak kabul görebilecek naiflikte bir tasarım anlayışı benimseniyor çoğunlukla Finlandiya’da. Sert sözler söylemek yerine doğa ve insan ölçeği ile uyum, içgüdülere güvenmek en önemli kriterler, bu da üretilen tasarımların sadece Finlandiya’da değil tüm dünyada takdir edilmesini sağlıyor.
Türkiye’deki Mobilya Firmaları
Bu sergi bana hiç bilmediğim bir Finli tasarımcının dünyasını tanımama yaradığı gibi Türkiye’deki tasarım sektörü ile ilgili soruların kafamda dolaşmasına da neden oldu. Aşağı yukarı aynı zamanlarda bağımsızlığını kazanmış Türkiye gibi genç bir ülke olan Finlandiya’nın ikinci dünya savaşında yaşadığı duraklama dönemine rağmen endüstriyel tasarım konusunda kat ettiği yol çarpıcı bir gerçek. Mesela savaş sonrası kurulan ve gelişen Marimekko’nun, Türkiye ve Mısır gibi ülkelerden aldığı düz kumaşlara Finli tasarımcıların desenlerini basarak dünya çapında bir marka haline gelmesi bu gerçeğin somut bir örneği.
Türkiye’de büyük mobilya, seramik ve tekstil firmalarımız olmasına rağmen bu firmalarda çalışan tasarımcıların kim olduğunu çoğunlukla bilmiyoruz. Firmalar kendi bünyelerindeki tasarımcıların ön plana çıkmasına izin vermiyor veya tasarımcılar bu güvenli sularda kalıp, fazla görünmek istemiyor olabilirler. Bu konuda pek bilgim yok. Müellifleri tanımadığımız için tasarımların arkasındaki kaygıları, niyetleri, ilham kaynaklarını bilemiyoruz. Ancak müelliflerin görünürlüğü artmadan Türkiye’de hakiki bir tasarım kültürü ve tarihi oluşması zor.
Türkiye’de mobilya tasarımı denince medyada görülen ürünlerinin çoğu, az sayıda üretilmeye uygun, bir sanat eseri mantığı ile pazarlanan, fabrikasyondan çok zanaatkarlığa dayalı pahalı, kitlesel bir soruna çözüm olmak yerine prestij amaçlı ürünler. Medyanın da prestij ve yıldız tasarımcı talebini desteklemesi yüzünden, endüstriyel tasarımın yararları ve sorunları Türkiye’de gündeme gelemiyor.
Örneğin şu anda sıcak bir problem özellikle ev mobilyası ve tekstili üreten firmaların önünde duruyor: Başta İstanbul’da Kadıköy olmak üzere pek çok apartman yıkılıp yeniden yapılıyor. Buradaki daireler en iyi ihtimalle %20-30 oranında küçülmekte. Çoğunun pencere oranları değişmekte. Öte yandan artık yalnız yaşayan veya çocuksuz çiftlerin sayısı artmakta. Eski mobilyaların bu konutlara girmesi mümkün değil. Küçük daireler için daha az yer kaplayan, daha ucuz ve dayanıklı mobilyalar üretmek bir tasarımcı için yıllar boyu sürecek heyecanlı bir serüven olabilecek iken Türkiye’de üretim yapan çoğu mobilya firması uluslararası markaları taklit etmekten öte gidemiyor. Yıllardır Anadolu’da üretilen 4-5 odalı, 200-300m2’lik apartman dairelerini dolduracak dev mobilya takımlarını üreten bilindik firmalardan hemen böyle bir çabaya girmelerini beklemek belki yersiz ama büyük kentlerde ucuz, dayanıklı, az yer kaplayan ve kullanışlı mobilya konusundaki talebi görmemek de mümkün mü?
Değişen eğitim modelleri, her yıl artan öğrenci nüfusu, yenilenen okullar, sürekli açılan üniversiteler ile okul mobilyalarında da benzer bir ihtiyaç varken, pek iyi bilinen bir kaç ünlü ofis mobilyası firmamızın bu konuda hiçbir adım atmamış olması da ilginç.
Tasarım alanındaki bu boşlukların sayısını daha da artırmak mümkün. Bağımsız tasarımcıların söylemleri ve iddiaları ile inatla direnmesi, endüstriyel üretim yapan bu tasarım firmalarının da önünde yeni imkanlar yaratması için tek çıkar yol gibi. Aksi halde prestije ulaşabilen küçük bir azınlık dışında popomuz ya Modoko’ya ya IKEA’ya mahkum.
* Bu yazı İstanbul Art News’un Ekim 2014 tarihli Mimari Ekinde yayınlanmıştır.