Ufuk Çizgisi

“Göz sağlığı bir ufuk çizgisi talep eder. Yeterince uzağı görebildiğimiz sürece asla yorulmayız.”

Ralph Waldo Emerson

Evimiz yaklaşık 45m2, bir oda bir salon. Londra’daki binlercesi gibi genişliği 5 metrelik, iki üç katlı evlerden biri. Viktorya döneminde üç katı ve arkasındaki bahçesi ile asgari bir yaşam standardına göre planlamış.  Ama şimdi pek çok benzeri gibi bizimkisi de her katı ayrı bir haneye bölünmüş. Balkon olmadığı gibi arka bahçeye de erişimimiz yok. Korona salgını yüzünden yaklaşık iki aydır neredeyse evden çıkmıyoruz. Neredeyse dedim çünkü bacaklarımızı açmak, taze hava almak için arada bir ‘dışarı’ çıkmak zorundayız. Haftada bir iki kez olan bu cesur maceralarımızı, yakındaki park misali güzel açıklıkta (field) veya daha az kişinin kullandığı kilisenin büyük bahçesinde yaşıyoruz. Bunlara yürüyerek ulaşabildiğimiz için de oldukça şanslıyız.

Korona öncesi Highbury Field, 2018

Londra diğer pek çok Avrupa kenti gibi düz bir alana kurulu. Yeşil ve açık alanları bol ve herkesin kolayca erişimine açık. Yaklaşık üç yıl boyunca bu yeşil alanların pek çoğunu ziyaret ettik, çimlerinde oturduk, piknik yaptık, arkadaşlarımızla buluştuk, kısa koşular ve uzun yürüyüşler yaptık. İkisinde ellerimizle geyik bile besledik. Özetle, sayısız türde ağaçlardan ve geniş açıklıklardan oluşan irili ufaklı pek çok parka sahip bu şehrin nimetlerini sonuna kadar kullanmaya çalıştık. Burada, ne İstanbul’da ne başka kentte hissetmediğim kadar rahat ve huzurlu hissediyorum. İçinde yürümek ve dolaşmak insana keyif veriyor.

Böyle tıkış tıkış göründüğüne aldanmamak lazım, aslında yeşil alanlar açısından epey cömert Londra.

Lakin kent düz. Bir İstanbullu için hafif yokuş denebilecek bir kaç tepe haricinde alabildiğine düz sayılır Londra. Yaşamaktan son derece memnun olduğum bu kentte ancak yokluğunda farkedilebilecek sadece bir kaç şeyin eksikliğini çektiğimi farkettim. Bunlardan biri de ufuk çizgisi.

Üzerine pek kafa yorulmayan bir şey ufuk. Normalde aklımıza bile gelmeyen, eksikliği pek mevzubahis olmayan, varlığında ise manzara olarak tariflenen bir şey. Aslında  sadece görsel olarak algılanan, teorik olarak var olan ama fiziki varlığı olmayan bir kavram. Dolayısı ile hep mecazi olarak kullanılmasına alışmışız. Ama gerçek bir ufuk çizgisi bence hava ve su gibi insan hayatında bir şekilde yer alması gereken bir unsur. Ne yazık ki nadir ve zor ulaşılan bir değere dönüşmüş durumda.

Korona karantinası günlerinde odak aralığımın kısaldığını ve perspektifimin daha da daraldığını hissediyorum. Gözüm telefon ya da bilgisayar ekranı ile sokağın karşısındaki ev sırası arasına sıkışmış durumda. 30cm ile 10-15metre arasında diyelim. Aslında korona olmasa da herhangi bir kentte ufuk çizgisini göremeden yıllar boyunca yaşamak olağan bir şey. Geniş caddeler ve meydanlar olsa da gözümüz iki metre ile en fazla 50-60 metre arasındaki mesafede odaklanıp duruyor, ötesi yok. Neyse ki Londra’da Greenwich, Ally Pally veya Hampstead Hill gibi yüksek yerlerde bu ihtiyacımızı az biraz giderebiliyoruz.

Londra’daki nadir yüksek yerlerden biri, Alexander Palace, kısa adı ile Ally Pally.

Ancak ufukta düz bir çizgi yerine yüksek yapılardan oluşan bir siluet görmeye hazır olmak gerek. O da hava kirliliği izin verirse. Elbette bu siluet, göz alıcı tarihi İstanbul yarımadasının siluetinin yanına bile yaklaşamaz. Yeni yükselen yapıların bazıları, açık ufuk ihtiyacımızı bir dereceye kadar giderebilir, ta ki benzer bir yüksek yapı yanına dikilene dek. Neyse ki Londra’nın New York’a dönüşmesi şimdilik uzak bir ihtimal. Gökyüzünü görmeyi, gün ışığına sahip olmayı ve açık alanlarda dolaşmayı İngilizler kolay kolay feda etmezler.

Yine de Londra’da yükselmek hep bir ihtiyaç olmuş anlaşılan. Bu yüzden meşhur Big Ben’den sonra, 2000 yılında dikilen dev bir dönme dolap şehrin en bilindik sembollerinden biri oluvermiş. Avrupa’nın düz kentlerinde ufuk çizgisini görebilmek için güzel bir kule yapmaktan daha kolay olanı dönme dolabı dikmek herhalde. Elbette, daha karlı bir model olduğu için de tercih ediliyor olabilir.  Ufuk çizgisine 10-15 saniye boyunca bakabilmek için fazlası ile işgalci, çirkin ve gereksiz bir yapı bence. Zaten ufuk çizgisinin makbulü böyle yapay şekilde yükselmeden görülebilenidir, bana sorarsanız.

London Eye

Güncel kent hayatında, ekranımız ile evimizin duvarları ve komşu binalar arasında sıkışmış odak uzaklığımızı, bir kaç dakika için bile olsa sonsuza ayarlayabilmek büyük bir şans. İstanbul denize açılan sokakları, topoğrafyası ve Boğaziçi ile bu şansı sunan nadir kentlerden biri. Yine de İstanbul’da bile Marmara Denizi tarafına bakmadığınızda sonsuza uzayan alabildiğince açık bir ufuk çizgisi görmeniz zor. Kadıköy-Kartal ve Zeytinburnu-Halkalı arasındaki şanslı noktalar hariç. Bu açıdan bakılırsa Sinop, Samsun, Antalya gibi bakışları doğrudan denize uzanabilen veya yüksekten ovalara bakan Mardin gibi kentler İstanbul’a göre daha da şanslı durumda. Kentleri sonsuz bir ufuk sunan Karadeniz’in muhteşem yaylaları ve dağları bana hep çok hayranlık verse de  dağlardaki bu sıkışmışlık hissi 5-6 gün sonra bana pek iyi gelmiyor mesela.

Karadeniz, Pokut, Çamlıhemşin.

Kimileri için ufuk çizgisine sürekli bakmak de sıkıcı olabilir. Gözün odaklanacağı bir nokta istenir çoğu zaman. Oysa sürekli değişen ışık, bulutlar, hele bir de bu ufuk çizgisi denizde ise yansımalar ve dalgalar saatlerce oyalayabilir beni. Ufuk çizgisi üzerine kim neler düşünmüş yazmış internette biraz araştırdım. Ancak ufuk kelimesinin yüklendiği mecazi anlamlar yüzünden, kelimenin gerçek anlamı ile kullanıldığı Ralph Waldo Emerson ve Henry David Thoreau’nunkiler dışında metinlere ulaşmak mümkün olmadı. Bu konuda biraz daha araştırmam iyi olacak.

Bu sayfada bana ait olmayan tek fotoğraf Theron Humphrey‘nin köpeği Maddie’nin ufka daldığı bu poz. Konuya çok uygun.

Korona inzivası herhalde bir kaç ay daha sürecek. Bu durumda gerçek bir ufuk çizgisine ulaşabilmem mümkün görünmüyor. Şimdilik arşivimdeki eski fotoğraflarım ve bulduğum bir kaç farklı resim ile yetinmek zorundayım.