
Corona virüsü önlemi olarak uyguladığımız sosyal mesafe kuralları gereği zamanımın büyük kısmını evde, ekran önünde geçiriyorum. Epeydir bu düzende çalışmaya alışkın olduğumdan, “yeni normal”e uyum sağlamak benim için sıkıntı yaratmadı. Hatta itiraf edeyim, evdeki izole hayattan zevk almaya başladığımı bile söyleyebilirim. Tüm dünya belirgin şekilde yavaşlarken, zorunlu telefon görüşmeleri ve yanıt bekleyen emaillerin azalması, sürekli erteleyip durduğum kişisel uğraşlara odaklanmak için bana olanak sağladı.
Vaktimi evde geçirmek ile ilgili bir sıkıntım olmasa da birkaç şeyi özlediğimi fark ettim. Örneğin ufuk çizgisi ve rüzgâr. Eşim Özlem’le birlikte, ara sıra yürüyüşe çıkıyoruz ve haftada bir veya iki kez evimizin yakınındaki kilisenin geniş bahçesine uğruyoruz. Dışarı çıkar çıkmaz ilk fark ettiğim şey, maske taktığım halde yüzüme vuran hafif esinti oluyor. Daha önce rüzgârı yüzümde hissetmenin bu kadar keyif verici olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Evde pencerelerin çoğunu açık tutuyor olsak da Londra’daki küçük evimizde rüzgârı gerçekten hissedebilmemiz pek mümkün değil.
Bir mimarlık fotoğrafçısı olarak, yapılı çevredeki binalara, kütlelere ve boşluklara odaklanma eğilimindeyim. Aynı zamanda doğada olmaktan da çok zevk alıyorum. Rüzgarı fotoğraflamanın nasıl mümkün olabileceğini hep merak ederdim. Rüzgarın görünmezliği, onu fotoğrafik bir nesne olarak ilgi çekici kılıyor. Rüzgar sever bir mimar olmanın doğal bir sonucu olarak, yel değirmenlerine hayranlık duyuyorum. İster eski, isterse en yeni hangi teknolojiyi kullanırsa kullansın yel değirmenleri bence son derece büyüleyici yapılar. İran’ın Horasan yöresinde bulunan neredeyse bin yıllık bu değirmen, açık denizdeki dev high-tech rüzgar çiftlikleri kadar ilginç. Benden rüzgarı fotoğraflamam istense, zihnimde ilk olarak yel değirmenleri belirirdi.


Yine de bu iki fotoğraf rüzgarın özünü yakalamayı tam olarak başaramıyor. Öznesi rüzgarın kendisinden ziyade yapılar olan bu görüntülere bakarak rüzgarın özelliklerini gözümüzde canlandırmak pek mümkün olamıyor. Rüzgarı tasvir etmekte ressamlar, belki de fotoğrafçılardan daha becerikliler. Sonuçta, resmini yaparken ressam gerçek koşulları değiştirmekte ve hatta abartmakta serbest. Ressam, rüzgârın etkilerini arttırmak için tuvale fazladan birkaç ağaç daha ekleyebilir bile.

Yine de rüzgarlı resimlerde esas konunun rüzgar değil, rüzgardan eğilmiş ağaçlardan, çimenleri salınan bir çayırdan ya da uzaklarda bir geminin çabaladığı dalgalı bir denizden oluşan manzaralar olduğu görülür. Hepsindeki müthiş estetiği ve yeteneği takdir etmekle beraber, bu resimlerde rüzgarı hissetmek hayli zor bana kalırsa. Ancak, en sevdiğim sanatçı Andrew Wyeth’i bu acımasız eleştirinin dışında tutabilirim. Wyeth, sadece rüzgârda zarifçe süzülen perdelere ve balık ağlarına odaklanmış olsa da resimlerinden bize gelen hafif esintiyi tam anlamıyla hissedebiliriz.


Fotoğrafa geri dönersek, tersine dönmüş bir şemsiye veya uçuşan etekler ve saçlar, rüzgarın film veya sensör üzerindeki gücünü yansıtmak için sokak fotoğrafçısının favori objeleridir. Ancak, video çekmediğiniz sürece rüzgarın hakkını vererek kaydetmek çok zordur.

Bu düşüncelere odaklanmışken, ne mutlu bana ki fotoğrafçı Rachel Cobb’un Mistral serisine rast geldim. Fransa’nın Provence bölgesinde yaşaması Cobb’a, Rhône Vadisi’nin güçlü rüzgarlarını gözleme olanağı veriyor. Fotoğrafları incelikli ve aynı zamanda güçlü rüzgarların hissini izleyiciye aktaracak kadar çarpıcı. Cobb 20 yılı aşkın bir süredir merceğini insanlara, hayvanlara ve bitkilere çevirerek görünmez rüzgarı fotoğraflıyor. Hiç biri manzara pozu sayılmaz, ancak görüntülerini samimi ve çekici kılan şey de zaten budur. Yaklaşımı, rüzgarı bir karede yakalamanın geleneksel yollarından farklı. Bu seriden benim en sevdiğim fotoğrafı ise, bir atın rüzgara karşı direnirken kısılmış gözlerini fotoğrafladığı kare oldu.
Rachel Cobb’un Mistral serisi pek çok galeride sergilendi ve kitap olarak da yayınlandı.
“Mistral sadece bir hava durumu olgusu değildir: Provençal yaşam dokusunun mimarisini, tarımını, manzarasını ve kültürünü etkileyen ayrılmaz bir parçasıdır. Rüzgar yönünde bakan kuzeybatı tarafında az veya hiç penceresi olmayan evlerin ana girişleri korunaklı güneye bakar. Tarlaların kenarındaki ağaç sıraları ekinleri korumak için rüzgâr siperleri görevi görür. Uzun zamandır mistralin ardından gelen açık gökyüzü için sanatçılar bu bölgeye gelir. Burada yaşayan veya vakit geçiren hiç kimse mistralden kaçamaz. O her yerde ama görünmez. Rüzgarı nasıl fotoğraflarsınız? ” Mistral kitabından alıntı.