Mimarlar Kendilerini İşçi Olarak Görmeye ve Sendikal Örgütlenmeye Başlıyor *

Mimarlar uzun zamandır ayrıcalıklı yaratıcı profesyoneller olarak görülse de, kendilerini giderek daha vasıfsız ve sömürücü çalışma ortamlarında buluyorlar. Sendikalaşmaya başlamaları şaşırtıcı değil.

ABD genelinde sendikalara olan ilginin arttığı ve özellikle “kültür işçileri” arasında militanlığın yükseldiği bir dönemde, yeni bir sektör daha emek hareketine katılıyor: mimarlık. Geçtiğimiz sonbaharda Bernheimer Mimarlık‘taki meslektaşlarımla birlikte bir mimarlık ofisinde ilk sendikayı kurduk. BA Sendikası, Uluslararası Makinistler ve Havacılık İşçileri Birliği’nin (IAMAW) desteğiyle şu anda sektördeki ilk toplu sözleşmeyi müzakere ediyor.

Örgütlenen ilk firma olarak, en azından şimdilik, tek başımızayız. Mimarlık çalışanlarının sendikalaşmaya başlamasının bu kadar uzun sürmesinin nedeni, geleneksel olarak işçi olarak tanımlanmayı reddetmemiz ve bunun sonucunda koşullarımızı iyileştirmek için kolektif örgütlenme ihtiyacını görememiş olmamızdır. Neyse ki mimarlar kendi koşullarını -ve diğerlerinin koşullarını- iyileştirmek için sendikalaşma ihtiyacını görmeye başlıyorlar.

Mimarlar Ne Yapar?

Mimarların tam olarak ne yaptığını net bir şekilde anlayarak başlamak önemlidir. Sosyolog Max Weber’in deyimiyle geleneksel olarak “ayrıcalıklı bir statü grubu” olarak algılanan mimarlar, Pierre Bourdieu’nun terimleriyle “kültürel sermaye”nin belirli bir seviyesini taşımışlardır. Başka bir deyişle, mimarlar yaptıkları işe dair – zengin insanlar için güzel binalar tasarlamak – belli bir kamusal algıya ve yaratıcı profesyoneller olarak özerklikleri nedeniyle de toplumsal saygınlığa sahip olmuşlardır. Ancak bugün, her iki kavram da mimarlığı anlamamıza yardımcı olmaktan çok, onları gizemli kılıyor.

Mimarlar her ne kadar kesinlikle profesyonel olsalar ve tarihsel olarak sanatçı olarak kabul edilseler de, günlük sorumlulukları popüler algıdan farklıdır. Karl Marx’ın en kötü mimarları bile “arıların en iyisinden” ayrıştırdığı için hayranlık duyduğu binaları zihnimizde tasarlama yetkinliğimizin yanı sıra, mimarlar doğrudan kamu sağlığı ve güvenliğine hizmet eden bina yönetmeliklerine, erişilebilirlik yasalarına ve imar yönetmeliklerine uymakla sorumludur.

Binaları fiziksel olarak inşa etmiyor olsak da, yirmi birinci yüzyılda bir bina inşa etmek için gerekli olan çok sayıda danışmanı koordine etmenin yanı sıra, yönetmeliklere uyduğundan emin olmak için inşaatların her adımında bulunuyoruz. Bunlar arasında strüktür, mekanik, elektrik, sıhhi tesisat ve inşaat mühendisleri; peyzaj mimarları; aydınlatma tasarımcıları ve projenin ölçeğine bağlı olarak çatı, cephe ve hatta uygulama projesi teslim danışmanları yer almaktadır.

Binalar, onları çevreleyen yönetimle birlikte daha karmaşık hale geldikçe, özellikle New York gibi şehirlerde mimarın işi geleneksel sanatsal tasarımdan uzaklaştı. Bunun büyük bir kısmı sürekli gelişen işbölümünden kaynaklansa da, mimarlığın evrimini Marx’ın deyimiyle mimarın işine giderek yabancılaşması olarak da anlayabiliriz.

Mimarlar, artık elle çizim gibi geleneksel üretim araçlarını daha az kullanmakta ve bürokratik sorunların üstesinden gelmek için giderek karmaşıklaşan teknolojiyi kullanmakta. Aslında günümüzde mimarlar sadece çizimleri dijital olarak üretmekle kalmıyor; tüm süreç tersine dönüyor. Autodesk gibi tekellerin sahip olduğu BIM (yapı bilgi modellemesi) gibi yazılımlar sayesinde bilgisayarlar artık çizimleri kendileri yaparken, imar ve yasalara uygunluk gibi düzenleyici işlerin çoğu mimara bırakılıyor – bu da çağdaş otomasyonun diğer biçimleri tarafından da tehdit edilen vasıfsızlaştırmaya yönelik bir eğilim.

Bu arada, inşaat sektöründeki binaları konsolide etme ve düşük maliyetli hizmet arzusu, eskiden daha küçük zanaatkarlık uygulamalarını destekleyen işleri ortadan kaldırıyor, bunun yerine daha büyük, daha “verimli” inşaatların üretimini zorluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin dört bir yanındaki şehirlerde, “ekonomik” tasarımlar yoluyla birim sayısını en üst düzeye çıkarma çabası, mimari zanaata çok az yer bırakmakta, bunun yerine nerede olursa olsun ürkütücü bir şekilde birbirine benzeyen binaların üretilmesine neden olmaktadır. 

Onlarca yıldır süren neoliberal politikalar sadece binaların inşasını ve finansmanını çok daha pahalı hale getirmekle kalmadı, aynı zamanda mimarlık çalışanlarının maddi gerçekliğini de etkiledi: bugün piyasaya giren genç mimarlar kendilerini geçmişe göre daha güvencesiz koşullarda buluyorlar. Ağır öğrenci kredisi borçları, uzun çalışma saatleri ve krize eğilimli ekonomi sayesinde yeni nesil mimarlar gerçeklerle yüzleşmeye başlıyor. Akademik stüdyo ortamı tarafından bireysel tutkuya dayalı projeleri için geçirdikleri uzun gecelerin ardından sömürülmeye hazır hale getirilen genç tasarımcılar, mezuniyetle birlikte kendi kârları ve prestijleri için bu enerji ve hevesi istismar etmeye istekli şirketlerin çalışma ortamına girmektedir. 

Düşük ücret, telafi edilmeyen fazla mesai, teknolojik angarya ve müşteri ve patrondan gelen bitmek bilmeyen revizyonların toplamı, benzersiz bir tükenmişlik biçimini yaratması uzun sürmüyor. Bizimki gibi nispeten sağlıklı firmalarda bile, birçok çalışan işyerlerinin yapısına ve “tasarımına” daha fazla katılmak için güçlü bir istek duymamaktadır. Yönetim ne kadar iyi niyetli olsa ve hatta çalışanların şikayetlerini kabul edip sempati duysa da, gündelik iş hayatının talepleri genellikle bu endişelerin önüne geçmektedir.

Çalıştıgımız ofiste de bizim için durum böyleydi; çalışanlarımız iş-yaşam dengesine öncelik veren nadir ofislerden biri olduğunu bilerek bize katıldı. Kendimize saygı duyulduğunu ve değer verildiğini hissetmemize rağmen, ister uygun bilişim teknolojileri yönetimi ve yazılım eğitimi gibi teknik konular olsun, ister verimli çalışan ekipler oluşturmak için gerekli olan proje rolleri ve iş sınıflandırmaları gibi daha yapısal konular olsun, sorunları ele almak için etkili bir format bulmakta hala zorlanıyoruz.

Halen müzakerelerde olsak da yaşadığımız süreç, pazarlık dışındaki konuların bile tartışılabileceği ve uygulanabileceği bir İşgücü Yönetim Komitesi oluşturmamıza vesile oldu ve tüm sorunlar en iyi şekilde toplu pazarlık sürecinde ele alınabilir.

Neden Bu Kadar Uzun Sürdü?

Mimarlar neden şimdiye kadar sendikalaşmaya başlamadı? Bunun bir kısmı antitröst yasası ve tüm mesleklerde ortak olan korumacı kimlikçilikle ilgili olsa da, değişimin önündeki engellerin çoğu kendi kendine dayatıldı: ister “iş aşkı” efsanesi, ister avangart tasarım takıntısı, isterse de ücretsiz staj yapma hevesi olsun, meslek içindeki pek çok kişi artık mimarlığın uyum sağlamaya isteksiz kılan özelliklerini dile getiriyor.

Ancak bu inatçı direncin bir diğer kilit bileşeni hakkında daha az şey söyleniyor: sınıf bilinci. Özellikle, yukarıda bahsedilen faktörler, çalışanlar da dahil olmak üzere mimarları işçi sınıfından çok kapitalist sınıfla özdeşleşmeye teşvik etmiştir.

Bu özdeşleşmenin derin kökleri vardır, zira mimarlar tarihsel olarak zanaatkârlar ve zanaatkârlarla ilişkilendirilmiştir. Yaygın model, deneyimli bir mimarın genç tasarımcıları eğitmek için çırak tipi bir ortam yarattığı stüdyodur. Buna ek olarak, bilgisayarın ortaya çıkmasından önce mimarlar, diğer zanaatkarlarla çalışmak da dahil olmak üzere, fiziksel modeller ve çizimler yaparak diğer zanaat temelli endüstrilerle bağlantı kurarlardı. Aslında Sanayi Devrimi’nden bu yana pek çok mimarlık okulu daha geniş kapsamlı “tasarım” okullarıyla bir tutulmuştur.

Kendilerini işçilerden ziyade yetenekli zanaatkârlar olarak gören mimarlar, kendi stüdyolarında “faydalı bir şekilde çalışırken” müşterilerini memnun ederek radarın altında uçmaktan memnundu; banliyö konutlarının ve diğer savaş sonrası projelerin bolluğu zanaatkârlık uygulamalarının büyümesini körükledikçe ve yirminci yüzyılda güvenilir bir yukarı doğru hareketlilik yolu yarattıkça, memnuniyetsizlik uzakta tutuldu. Bugün ise çok farklı bir gerçeklikle karşı karşıyayız: Sermayenin bitmek bilmeyen kâr hırsının mimarlık zanaatını aşağıladığı ve her türden mimarlık çalışanı için daha sömürücü bir işyeri yarattığı bir gerçek. Bu hakikat, mimarlıkla ilişkili olarak yeni bir sınıf anlayışını gerektiriyor.

Sırada Ne Var?

Hizmet temelli bir sektörde firma sahipleri ve çalışanlar arasındaki karmaşık ilişki nedeniyle mimarların ve tasarımcıların gerçek “sınıfsal konumu” hakkında, çok şey söylenebilir. Ücretli işçi oldukları için çalışanları sömürülen işçiler olarak tanımlamak çok mu basit? Yoksa işverenlerinin emri altında elde ettikleri kültürel ve ekonomik faydaların suç ortağı mıdırlar? Mimarların, çizimlerinin üretim araçları da dahil olmak üzere firma içinde hiçbir şeye sahip olmadıkları gerçeği, diğer hususların önüne geçer mi?

Mimarların zanaatkâr mı, küçük burjuva mı, yoksa ikisinin arasında bir şey mi olduğunu sormak ilginç ve önemli bir tartışma yaratsa da, zaman bizim tarafımızda değil. İklim krizinin suç ortağı olan ve daha geniş sermaye sistemlerine ve bunların yarattığı adaletsizliklere yerleşmiş bir sektör için değişimin şimdi gerçekleşmesi gerekiyor ve sendikalaşma bunu gerçekleştirmek için çok önemli bir araç.

Neyse ki örgütlenme çalışmaları devam ediyor, zira birçok ofis IAMAW ile sendikalaşmanın peşinde ve Mimarlık Lobisi gibi savunuculuk grupları sendikalaşma konusundaki tartışmaları desteklemeye, etkinliklere ev sahipliği yapmaya ve potansiyel örgütçüler için değerli kaynaklar sağlamaya devam ediyor. Bu çalışmanın potansiyeli, BA Union’ın sendikalaşma sürecinde rehberlik arayan diğer firmalarla yaptığı ilk toplantılardan bazılarında ortaya çıktı ve ofisler arasında yeni bir dayanışma biçimi yarattı.

Ancak mimarlık, diğer tasarım endüstrileriyle benzer bir yerde, diğer “kültür işçileri” arasında görülen kritik eşikten çok uzakta. Amerikan Mimarlar Enstitüsü (AIA) gibi geleneksel patron yanlısı örgütler artık mimar sendikaları fikrine sıcak bakıyor olsa da, yeni bir sınıf bilinci geliştirilmezse hareket durma riskiyle karşı karşıya kalacaktır.

Mimarlar “yeniden canlandırılmış ve yeniden tasarlanmış” bir işçi hareketine katılmak istiyorlarsa, sınıfsal konumlarının onları bir yanda geleneksel işçiler (yani inşaat işçileri) ile diğer yanda sermaye (müteahhitler ve arazi sahipleri) arasında benzersiz bir şekilde konumlandırdığını anlamalıdırlar. İnşaat sektörü, özellikle New York gibi bir şehirde, emeğini hem güvenli hem de değerli kılan haklar ve korumalar için mücadele etmiştir – New York’ta tipik bir inşaat ustasının ortalama maaşının bir mimardan daha yüksek olması bazılarını şaşırtabilir. Geliştiriciler ve arazi sahipleri, sadece sürekli artan mülk edinme yoluyla değil, aynı zamanda birbirlerinin fiyatlarını aşmaktan ve altından kalkmaktan mutlu olan mimarlık ofisleri aracılığıyla düşük maliyetli tasarıma bağımlı olarak kendi konumlarını güçlendirdiler.

Bu durum, bina tasarımının en iyi ihtimalle lüks bir meta, en kötü ihtimalle de asgari ihtiyaçlar seviyesine dek kırpılabilecek bir hizmet olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Bu gelişmelere karşı koyacak kolektif bir eylem olmadan, mimarların ve zanaatlarının aşağılanması daha da kötüleşecek ve diğer çalışanlarla geliştirilebilecek dayanışmacı eylemlerin potansiyeli ortadan kalkacaktır.

Mimarlar, -her ne kadar giderek azalsa da- onlara ödeme yapan sınıfla özdeşleşmek yerine, eski moda hedeflerinden vazgeçebilir ve tasarımlarını gerçeğe dönüştüren inşaat işçileriyle özdeşleşmeye başlayabilir. Bunu yaparak, sektördeki çeşitli sorunların ele alınması için geleneksel emekçiler ve diğer toplumsal hareketlerle yeni bir “sınıflar arası” dayanışma biçiminin ilk adımı atılabilir ve bu da mimarlık çalışanlarının neden örgütlenmeleri gerektiğini belirlemeye yardımcı olacaktır.

* Chris Beck’’in kaleme aldığı ve Jacobin’de 16.06.2023 tarihinde yayınlanan makalesinden çevrilmiştir.